HDP=PKK’nın anayasa değişikliğine neden karşı çıktığını anlamak kolay.
Çünkü, örgüt elemanları güçlü bir Türkiye istemediklerini, devlet yönetiminin güçlenmesi halinde ayrılıkçılık ve terör pastasından kendilerine ayrılan payı kaybedeceklerini açıkça görüyorlar ve dolayısıyla anayasa değişikliğine olan tepkilerini de kendi çıkarlarını koruma yönünde biçimlendiriyorlar.
Bunu hemen anlamak mümkün olduğu gibi, güçlü bir Türkiye istemeyen ve bu maksatla onun bölünmesi yönünde bağımsız ve ortaklaşa projeler yürüten İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD’nin söz konusu tepkisinde HDP=PKK’ya destek vermelerini de anlamak mümkün.
Bu bahiste anlaşılması zor olan CHP’nin itirazlarıyla, o itirazları sergileyiş biçimleridir.
Gerçi, kasetle genel başkan seçilmiş ve o ilişkiler cümlesinden olarak, kimi dış mihraklara FETÖ kefaletli sözler vermiş olmak, konunun ilk bakışta anlaşılması için yeterli geliyor olsa da, CHP’nin karasızlıkları, biri diğerini yalanlayan ani çıkışları, dengesiz yorumları… muhalefetini değilse de muhalefetinin amacını, tarzını ve bununla elde edeceği muhtemel sonucu ilk bakışta anlaşılmaz hale getiriyor.
Bu bakımdan CHP’yi malum olumsuzlukların yegane muhatabı haline getiren durumların nereden kaynakladığına bakılması elzem hale geliyor ki, İsmet İnönü’nün malum kükreyişi de tam burada asıl önemini kazanıyor.
İnönü, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, tek parti olma vasfını kaybeden CHP’nin yeni konumuna uygun muhalefet tutumunu, doğru, iyi ve yararlı işlerinde iktidara destek vermek, hatalı işlerinde iktidarı uyarmak şeklindeki doğal seyrinden, olması gereken işleyişinden tamamen ayırıp, iktidarın karar ve uygulamalarını her şart ve durumda, iyi ve kötü ayrımı yapmaksızın, ülke çıkarı, millet menfaati gözetmeksizin kötülemek şeklinde belirlemişti.
İnönü’nün buna ilişkin sözleri söylediği günden bugüne kadar geçen son altmış yedi yılda CHP, muhalefetinde onun belirlediği esasa bağlı kalmayı inatla sürdürdü.
Dolayısıyla, CHP’nin anayasa değişikliğiyle ilgili olarak bugünkü sergilediği tutum da yine öncelikle bu “inat” kelimesine göre şekillendi.
Oysaki, Lozan Antlaşması’ndan hemen sonra “Ülkeye bir yüz yıl kazandırdık” diyen de aynı İnönü’ydü ve onun bu sözü bile tek başına, şimdi tamamlanmakta olan o yüzyıla göre yeni bir yüz yılın hazırlıklarını yapmanın, gerekli kararları almanın ve acilen uygulamanın zorunluluğunu ifade etmeye yetiyordu.
Zaten, İnönü’nün “Eğer dünyada tek kimse çıkıp da bana ‘Daha yapılacak fedakarlıklar vardı, şu kararı almalıydınız’ diyebilirse onları yapmaya razı olurum. Ben fedakarlığı son haddine vardırdım. Toprak meselelerinde kendi zararımıza ve müttefikler lehine kararlar aldık. Azınlıklar meselesini müttefiklerimizin dilediği gibi hallettik. Boğazların serbestliğini kabul ettik. Düyun-u umumiye yönetiminin faaliyetlerinin devamına razı olduk. Bütün fedakarlıkları yaptım, her şeyi kabul ettim, fakat memleketin iktisadi esaretini reddettim.” itirafından hareketle baktığımızda da Lozan Antlaşması denilen şeyin görünürde kapitülasyonların kaldırılmasından ibaret olduğu, geri planda ise seçilecek yönetim şeklinden, dine karşı izlenecek tutuma kadar İngilizlere verilen sözlerin toplamına dayandığı anlaşılabiliyordu. (Geniş bilgi için bkz. D. Mehmet Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş, Yazar Yayınları, Ankara, 2013)
Haliyle, yönetim sistemine mahsus yeni arayışlar, anayasadaki değişiklik talepleri doğrudan doğruya, Lozan Antlaşması’nda şu ya da bu gerekçeyle ıskalanmış olan istiklal hakkının rakipsiz olarak kullanılmasında ve korunmasında toplanıyor ki, İnönü’nün başardığını sanmakla yetindiği ekonomik istiklal de bu istiklale dahildi.
CHP’nin adeta İnönü’nün İngilizlere verdiği sözlere sahip çıkarcasına, daha anayasadaki değişikliklerin niteliği ve niceliği sabitleşmeden, anayasayı değiştirme yönündeki her türlü çabayı bir “iç savaş” nedeni sayacağını söylemesi, parti geleneklerini (diğer bir söyleyişle Lozan emanetlerini) izlemesi bakımından olumlu bir durum gibi görünse de, istiklalin ve milli değerlerin korunması bakımından gerçek bir talihsizliktir.
CHP’nin anayasa değişikliğine inatla karşı çıkmasının nedenini, yanlış kurgulanmış muhalefet anlayışıyla, belirtilen izlek ve içeriki sürdürmesinde aramak en doğru yaklaşım olacaktır.
CHP’nin, ancak 1950’deki %39’luk oy oranıyla, 2015 Kasım’ındaki %25’lik oy oranı içindeki değişmelerle varlığını sürdürebilecek bir parti olduğu herkesçe kabul edilen bir durumdur. Bunun en net ve en kısa yorumu ise, CHP için tek başına iktidara gelmesinin, onun içinden bir şahsın devlet başkanı seçilmesinin hayal olduğudur.
Buradan bakıldığında CHP’nin, anayasadaki yeni değişiklikle birlikte artık iktidara gelmenin hayalini bile kuramayacağı, kursa bile, devlet başkanının hak edeceği yeni yetkiyle devlet kurumlarında yapacağı görevlendirmeler yüzünden, CHP zihniyetinin devletten, kamu hayatından silineceği öngörülebilmektedir.
Dolayısıyla CHP, yeni sistemle birlikte tasfiye olma korkusunun ağır etkisi altında, yeni bir muhalefet tarzını deneme imkanından yoksun bulunduğu ve hatta bunu düşünebilecek selim bir akıldan (malum korkusu nedeniyle) mahrum da olduğu için, yukarıda zikrettiğimiz inadın kıskacına kendisini teslim edivermiştir.
Hal böyle olunca, neresinden, hangi gerekçeyle ilişkilendirilerek bakılırsa bakılsın CHP’nin yeni anayasa değişikliğine hayır denilmesi yönünde yaptığı çağrıların, telkinlerin, çabaların tutarlı ve anlaşılabilir bir tarafı bulunmamaktadır.
Oysaki konu devletin ve milletin hayatıyla, yarınlarıyla ilgili bir konudur. Bu bakımdan CHP’nin yok olma korkusuyla yaslandığı geleneğe, inada asla feda edilemez.
Bize lazım olan devlet ve aziz olan millettir.
CHP ise beyin ölümü 1950’de gerçekleştirilmiş bir yatalaktan ibarettir.