Yazmalı mı, yazmamalı mı

Biz doğulular konuşmayı sevmişiz ama kendimizden bahsetmeyi pek değil. Kitaplarımızda da böyle olmuş, mevzuyu nadiren kişiselleştirmişiz. Her şeyden bahsetmişiz ama bu arada söz bir itibarla şahsi duygularımıza gelince, konunun kaderle bağlantılı ek yerlerini sezerek, hemen bir çalımla geçiştirmişiz.

Duyguların terbiyesi konusuna eğilenlerimizin de böyle olması ayrıca ilginç. Mesela duygularını denetleme üzerine ölümüne bir çabanın içine girmiş onca derviş, iç dünyalarının devinimlerini kıyasıya gözlemleyen şu kadar şeyh ya da yüzlerce talebenin ilim çırağı olan efsanevi muallimler, şöhretli müderrisler, geride iz bırakmadan şu fani dünyayı terk etmişler. Bir derviş, o çileli üç ya da on üç sene boyunca, hangi duygu dalgalanmalarına maruz kaldı, şeyhiyle nefsi arasındaki gerilimi nasıl aşmayı denedi, memleketinden uzak kaldığı dergah ve hizmet günlerinde bir daüssıla, bir horanta özlemi kendisini arada bir yakalamadı mı, gibi soruların cevaplarını kitaplarda bulamayız. Ya da bir müderrisin, medresedeki zorlu kış günlerinde, çektikleri yiyecek sıkıntısı veya ağa baskısını anlattığına yahut öğrencileri hakkındaki kanaatlerini serdettiğine hemen hiç şahit olmayız. Oysa bugün bize bu duyguların tespiti, bu duyguları paylaşmak ne kadar önemli geliyor.

Durum böyle olunca da insan, İmam Gazali gibi, İbn Acibe gibi, Hakim Tirmizi, Niyazi-i Mısri ya da Aşçı Dede gibi zevatın kendi manevi yolculuklarını, bu yolculuğun güzergahlarını, geldikleri menzili anlattıkları, sayıları da bir elin parmakları kadar olan kitapları görünce şaşırıyor. Aslında bu isimlerin geride bıraktıkları eserlerin de, bugünün okur zevkine kıyasla, çok da roman gibi detaylı psikolojik tahliller barındırdığını söylemek yanlış olur. Onlar da diğer çağdaşları, yoldaşları ve haldaşları gibi duygularını didiklemeye, en azından okur karşısında bunu yapmaya gönülsüz görünürler. Ama işte yine de geride, nasıl bir manevi çaba içinde olduklarını, ne umup ne bulduklarını anlattıkları kayıtlar bırakabilmişlerdir.

Buna mukabil, biz modernler, duygularımızı paylaşma konusunda belli bir teşvik görmüş, önemli bir maharet kazanmışız. Edebiyat adı altında bunu yapıyor, ekranda yapıyor, dost meclisinde yapıyor, hasılı sözlü ya da yazılı izler bırakmaya meraklı görünüyoruz.

Manevi terbiyeyle ilgili olarak da, özellikle Batılı öykülerde aynı dönüşümü görüyoruz. Bazı mühtedilerin, ihtida ya da seyrü süluk hikayelerini anlatmayı becerebildiklerini, bunu hayli cazip ve okuru rahatsız etmeden yapabilenlerin de bulunduğunu biliyoruz. Bu işlerin nasıl döndüğünü merak eden çağdaş okur, onların geride bıraktıkları bu kayıtlar sayesinde azımsanmayacak bir fikre ve izlenime sahip oluyor. En meşhur ikisi, Ian Dallas’ın Gariplerin Kitabı ve Muhyiddin Şekur’un Su Üstüne Yazı Yazmak olan, artık küçük çaplı bir kitaplık oluşturmuş bulunan bu ilginç literatür üzerinde, özellikle de Batılı olmanın sağladığı, duygularını sergilemedeki cömertlik üzerinde düşünmek gerekiyor.

Geçenlerde, 1925 tarihli ve 677 numaralı, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili kanunun ardından, Osmanlı’nın son şeyhleri, dervişleri, zakirbaşıları ve onların aileleri neler yapmışlar, bu süreci nasıl anlamışlar ve anlatmışlar, ölünceye kadar hangi faaliyetlerle meşgul olmuşlar meselesi üzerine tekrar eğilmem gerektiğinde, kahramanlarımızın geride hemen hiç iz bırakmadan, adeta yutkunarak, dışarı sızdırmayarak, o devreyi yaşayıp bitirdiklerini bir kez daha gördüm. İstanbul’daki üç yüzden fazla şeyh ve ailesinin, hayatlarını alt üst eden bu yenilik karşısında, geride hiç kayıt bırakmamış olması ilginç değil mi? Bir iki istisna dışında, günlük tutmamışlar, hatıra yazmamışlar, defterler doldurmamışlar. Herhangi birinin terekesinden, o zorlu günlerin tutanakları sayılabilecek evraka da rastlamıyoruz. Varsa -hafızanın müsaadesi ve zihnin kabiliyeti ne oranda izin veriyorsa- şifahi bilgiler aktarılabilmiş. Bunlar da pek çok tenakuz ve boşluklarla dolu.

Bu suskunluk, evvela kahramanlarımızın üzerlerinde hissettikleri baskı ve tazyikle açıklanabilir. Yazdıklarının, tekinsiz mecralara ulaşması, şikayetlerinin aleyhlerine kanıtlara dönüşüvermesi işten bile değildi. Ama sadece bu kadar değil.  Aynı zamanda, onların bir milli itiyada bağlı kalarak, duygularını ve kendilerini anlatmaktaki gönülsüzlüklerini de dikkate almalıyız.

Bense, Osmanlının son şeyhlerinin ve onların aile mensuplarının yazmamış, yazmayarak yaşadıklarını bugünlere taşımamış olmaları sebebiyle, yakın tarihin bu önemli devresine dair birinci ağızdan şahitliklerden mahrum kalışımıza kederlenmekle, onların yazmamış olmalarındaki istiğna tavrını ve bize özgü bir hususiyete bağlı kalmalarını takdir etme arasında gidip geliyorum.