Bir Cuma günü, selatin camilerimizden birinde, biraz da vakitlice yerimi aldım. Bizim bu klasik camilerimizdeki kürsü, müezzin mahfili gibi ek yerlerini ayrı severim. Özellikle onların minyatür merdivenlerine, bu merdivenlerin ustanın döktürmesine izin veren zarifliğine filan bayılırım. Camilerdeki iri kütle anlayışıyla -ya da caminin bir büyük kütle olarak tasarlanması anlayışıyla da diyebiliriz- çelişik biçimde, buralarda adeta minimalist bir süsleme çabası görülür. Büyük ve aşağı yukarı dört duvar artı bir kubbeden oluşan dümdüz bir mimari yapıyı tamamlamaya çalışırken sıkılan mimarın, küçük kaçamakları gibi gelir bana bu detaylar. Ama, konumuz bu değil.
Konumuz şu: Ben bu detayların albenisine kendimi kaptırmış olarak, camideki müezzin mahfiline doğru yöneldim. Yöneldim ifadesinde ihtiyari bir ton var; doğrusu adeta “çekildim” olmalı. Ama dikkatimi celbeden bir şeydir, sadece ben değil, birçok kimse istemsiz olarak müezzin mahfiline doğru çekilir. Yani bu mahfillerin, camilerin orta yerinde oluşturdukları teras ve o terasın altındaki gölgeli-ayrıştırılmış bölge, insanda garip bir ilgi uyandırır. Barınma isteğine mi, yükselerek havada donmuş kalmış kubbenin heybetinden bir miktar kaçma isteğine mi denk gelir bilemiyorum ama bildiğim şey, müezzin mahfillerinin etrafında ve altında bir yığışmanın, namazdan epeyce önce başlamış olduğudur.
Selatin camilerdeki bu mahfilleri bilirsiniz: Caminin orta yerinde, küçük bir kapısının bağlandığı inanılmaz zarif ve aslında bu sebeple de dar ve kıvrılarak çıkan bir merdivenden tırmanılan bir terastır. Oraya müezzin kadrosu çıkar esas olarak. Ama cemaate de bütün bütün kapalı değildir.
Bizim camideki mahfilin kapısı kilitliydi. Kapıda da, görevli olmayanların girmesinin yasak olduğunu kesin bir dille bildiren bir kağıt asılmıştı. Bu yazının yarattığı garipliğin farkına varmışsınızdır: Allah’ın camiinde, görevlilerden oluşan bir seçkin kadronun dışında kimsenin çıkmaması gereken özelleştirilmiş bir alanı, sanki yüksek elektrik hattıymış gibi uyarı yazılarıyla tecrit etmek bana, en azından münasebetsiz geldi. Sanki camilerimizde bir izdiham yaşanıyor da, müezzinlerimiz Allah muhafaza mekansız kalacaklar, ezanlarını okuyamayacak, kametlerini getiremeyecekler, namazlar bu sebeple aksayacakmış gibi alınmış gereksiz bir önlem gibi geldi.
Haliyle yazının caydırıcılığı ortadaydı ve hiçbirimiz kapıyı yoklama ve yukarı çıkma teşebbüsünde bulunmadık.
Ama bir süre sonra anladık ki, mahfilin kapısını zaten açamazmışız. Çünkü kapı ancak bir anahtarla açılabiliyormuş. Bir süre sonra birileri gelmeye ve anahtarla kapıyı açarak içeri girmeye başlayınca bunu da anlamış olduk.
Muhtemelen müezzinler geldi ilk olarak. Onlar çıktı ve yerlerini aldı.
Ama sonra garip bir şekilde, anahtarlarıyla kapıyı açarak, başka birilerini adeta gizli kapaklı bir iş çeviriyormuş gibi içeri alan ve hemen alelacele kapıyı diğer cemaate kapayan birileri daha geldi. Sonra anahtarlı başkaları geldi, sonra başkaları. Şöyle bir manzara vardı ortada: Mahfil sanki çok ayrıcalıklı, nasıl diyelim manzaralı bir yerdi; kamusal alan olduğu için, kamu görevlisi birilerinin kontrol altında tutabildiği bir yerdi de, o görevliler de bu alanı kendi tanıdıklarına açıyor, tanımadıklarına kapatıyorlardı. Biraz acımasız gelebilir ama biz “düz” cemaatin, o kapıyı gizli bir anahtarla açıp, içeri adamını alıp, derhal kapatıveren o ayrıcalıklı abilerin tavırlarından aldığımız izlenim bundan başkası değildi. Yani müezzinlerin yerlerini aldıktan (ve açıkta kalmadıktan) sonra, orayı cemaatin rastgele ve canı dilediğince dolduruvermesinin önünde ne gibi bir engel olabilir ki diye düşündüm. Allah’ın camiine gelmiş Allah’ın garibinin, o ayrıcalıklı mekana çıkabilmek için bile bir tanıdığa, bir adamına ihtiyaç duyması ne garip diye düşündüm.
Sözcüklerimi özenle seçmeye ve haksızlık yapmamaya çalışıyorum ama cami gibi sivil, ümmetin tamamına ait, rütbe ve mansıbın kesinkes tesirli olmaması gereken bir mekanda, belki basit ama sembolik olarak vahim bir imtiyaz arayışı, nasıl diyeyim kanıma dokundu.
Aziz Nesin’lik bir hikayenin yazılması işten bile değildi. Kamuda bir tanıdıkla iş yapmaya alışmış bir toplumun, camide de bir tanıdıkla imtiyaz elde etmesinin hazin ama acı acı bile olsa gülümsetmeyen hikayesiydi bu.