Müziği yasaklayan görüşleri bilirsiniz. Bunların birçoğu, kadın sesiyle icra edilmekten nefsani arzulara seslenmeye kadar çeşitlilik gösteren bazı dini gerekçelere dayanır. Daha az bir kısmıysa, sadece nefse yönelik ayartıcılığı dikkate almakla yetinmez, dini-manevi nitelikte olsa bile her türden müziği, özellikle de müzik aletleriyle yapılmış olanlarını da yasak sayar.
Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da bir orta yol vardır ve geniş katılımı temin eden de, tarihsel süreçte muzaffer olan da bu orta yoldur. Bu orta yolun açtığı çığır, türküleri, şarkıları, ilahileri mümkün kılmış, koskoca bir müzik tarihine can vermiştir.
Benim gün gelip de, bu “yasakçı” anlayışı, bambaşka sebeplerle olsa da anlayacağım bir zamanlar hiç aklıma gelmezdi. Müzik dinleyen, hatta bazı dönemlerde ağır dinleyen biriydim. İlk gençlik yıllarımda, müziğin büyüleme gücü karşısında gönüllü bir teslimiyet içindeydim. Benim yerime söylenmiş şarkılara meyil veriyor, benim adıma yakılmış türküleri ezberliyordum. Müziği ciddiye alıyordum: Vakit geçirmek için değil, kendimi yetiştirmek için dinliyordum. Bazı şarkıların karşısında basbayağı yamuluyor, bazı türküler tarafından imha ediliyordum. Müzikle aramdaki ilişki, serinkanlı ve mutedil olmaktan ziyade, fırtınalı ve hastalıklı gibiydi.
Lisedeyken, küçük dayımla yaptığım uzun bir kara yolculuğu vardır. Steyşın arabamızla binlerce kilometre kat ettik. Dayım, yol boyunca, garip gırtlak hareketleriyle, çarpık bir şiveyle, acı acı bağıran bir adamı dinledi. Benim, daha genç işi ve hadi itiraf edeyim daha alafranga müzik damağıma hitap etmeyen bir köylü sesi. Türküler, uzun hava benzeri bağırtılar, bana tek telliymiş gibi gelen inatçı bir monotonlukta tıngırdayan bir bağlama sesinin eşliğinde orta Anadolu bozkırlarından Marmara ormanlarına, rampalardan su kenarlarına habire aktık durduk. Ancak dayım uyuyunca bu sesi kesebiliyor, bunun dışında hiç ara vermeden aynı kasedin a yüzünden b yüzüne, b yüzünden a yüzüne durmadan sarıyorduk. Fenaydı.
Yolculuk bitti, herkes evine döndü. Döndü ama kaset arabada kalmıştı. Ben birkaç gün, bu sesi unutmaya çalıştım ama nasılsa sesin zehrini bir kere almıştım. Birkaç gün sabrettikten sonra, nihayet kendi arzu ve irademle kaseti dinlemeye başladım. Oymuş.
Kim olduğunu pek kimsenin bilmediği, Almanya’da yaşadığı söylenen bu kara, kavruk, yabanıl sesten “Gönül dağı”, “Acem kızı”, “Karadır bu bahtım kara”, artık Allah ne verdiyse dinlemeye başladım. Yıllarca.
Gençmişiz, o acıların varlığından haberdar olmaya ihtiyacımız varmış. O acılar bize insanoğlunun şu tuhaf dünyadaki garipliğini duyurmaya yardımcı olmuş. Şimdilerde aynı sesi dinlemeye çalışırken fark ediyorum ki, aslında bu derinlikte bir melankoli, öyle karşısında boş bulunmaya gelmeyecek bir şeydir. Sadece o değil, onun hizasına yazılabilecek olan başka yaralı, yaralayıcı sesler de aynı tahrip gücüne sahipmişler.
Evet biraz açmalıyız: Söz gelimi kara bahtından yakınan ama öyle yüzden değil, ciğerden yakınan biri karşısında yapılması gereken şey, onun yarasını sarmak ya da derdine katılmak olmalı. Karşımızda yaralarını uğuna uğuna gösteren biri varsa, o anda dikkatimizi üzerinde toplamayı en çok hak eden kimse odur. Bu dediğimiz elbette kanlı canlı, gerçek bir insan yakınması hakkında olan bir şey.
Sanatta da yakınma olur. Karşımızda belki kanlı canlı biri yoktur, hakiki bir derdini hakikatli bir biçimde dile getiren biriyle karşı karşıya değilizdir. Başka ve hakikaten yanmış birinin derdini bize tahkiye eden bir sanatçı, bir aktarıcı vardır belki de. Bu durumda ne yapmalıyız?
Bize tahkiye edilen derdin acısı derinde duyurulmuşsa bu, sanatçının başarısıdır. Çekilen acı bir anda sanatçının ya da acının asıl sahibinin olmaktan çıkar, müşterek ve var olmanın kendisine yapışıveren bir acıya dönüşür. Nazlı yârini kaybeden aşığın acısından bize, dünyanın faniliğini, feleğin sillesini, ölümün yakınlığını, sevincin geçiciliğini duyuran bir şey ulaşır. Biz de mübalağasız yaralanırız.
Belki de abarttım. Ama abartmışsam bile bu abartmayı, o acının duyulmasını genelleştirirken yapmış sayılırım. Nazlı yârini yitiren adamın acısını, o türküyü dinleyen herkesin derinden, yara bere içinde kalarak, o acının kendisinin nefesini kesmesine izin vererek duyduğunu varsayarak abartmış olabilirim. Belki bazılarımız, bu acıları adeta uluyarak bize geçiren bu türküleri dinlerken, dikkatlerini dağıtmamayı, bu acının içlerine işlememesini, ne olmuş canım alt tarafı şarkı-türkü işte, demeyi başarıyor olabilirler.
Bunu başaramayanlar için bu türkülerin, bu şarkıların yasak olması bana artık makul geliyor.