“Kim bildiği ile amel ederse Allah ona bilmediklerini öğretir” (Hadis-i Şerif)
“Oku!”
İlk ayet böyle başlıyor. Şaşırtıcı. Bu hitaba ilk kez muhatap olunduğunda, daha evvel olmadığı kadar apansızın yakalandığınızda onlarca soru belirebiliyor zihinde. Öyle boşluğa, havaya, suya sorular da değildir bu üstelik. Direkt hitabın sahibine sorulur sorular. Hz. Peygamber de öyle yaptı muhtemelen “Ben okuma bilmem” derken.
İçinde bulunduğu durumun, ortamın, çağın ya da şöyle diyelim; zamanın ruhu karşısında mağarasına çekilmek durumunda kalan rahatsız insan arayışının bir gereği olarak gündeminin başat meselesi haline getirdiği ‘bir şey yapmalı ama ne yapmalı’ sorusunun cevabını bir ikram olarak karşısında bulmuştur artık. Ve bu durumdaki insana lazım olan şey ‘nasıl bilgisi’ olacaktır. Eğer samimi iseniz cevap gecikmez hiçbir zaman; “Yaradan Rabbinin adıyla oku!” Bu bir yöntem önerisidir, usule ilişkindir, “iyi ama nasıl” diye bocalayadurduğumuz her zaman kurtarıcıdır.
Dikkat edilecek olursa neyi nasıl yapmamız gerektiği konusunda daha ilk inen ayette bugünün dünyasında bizi dualist bir pençeye mahkûm eden o derin ayrılık yoktur; bilmek bir şey yapmak başka bir şey değildir. Çünkü bilmek, yapmaktır. İman varsa salih amel de vardır. Salih amel imandandır. Mekke yaşanmaya başlandığında ufka Medine yerleşir. Okumanın, okuryazar olma, yazılanı okuma anlamına indirgenip buradan yola çıkarak vara vara anca ‘Kütüphaneler Haftası’ etkinliğine varan zihinlerin üstelik vaizler marifeti ile çoğaltılmaya başlandığı bir dönemde Oku emrinin ne olduğuna dair uzun uzadıya kafa yormak gerekiyor. Zira kilitlenmişlik halinden çıkış yolumuzun bu başlangıçta olduğunu düşünüyorum.
Hepinizin malumudur; Alak suresi ‘kan pıhıtısı’ndan ‘bilmediklerimiz’ deryasına kadar yaratılmış her şeyi içine alacak şekilde devam eder. Bu kanaatimce şu demektir; Yaratılmış insanlar olarak bizler tanığı olduğumuz her şeyi ama her şeyi ‘yaradan Rabbimizin adıyla’ anlamlandırabiliriz. Bu bizim durmamız gereken yeri, bakmamız gereken zaviyeyi ifade eder. Bu hususun herhangi bir istisnası da yoktur.
Hem Mekke’nin hem de Medine’nin farkında olarak ‘medeniyet’in bir parçası olagelmiş büyüklerimizin bardaktaki suya dudaklarını götürürken, sofradaki ekmeği bölerken, bir mektubu okurken, herhangi bir hususu öğrenmeye niyet ederken, yola düşerken, dükkânının kapısını açarken, evladına ayakkabısını giydirirken, bir mekâna girerken dilinden dökülen ‘bismillah’ bu şuurun bir göstergesinden başka bir şey değildir.
Bu insanın haddini bilmesidir. Yaratıcısını tanımasıdır.
Bugünün dünyasında yaratıcıyı herhangi bir şey konumuna indirgeyerek onunla arasındaki mesafeyi eşitleyen ve bu yönü ile kendi tanrılaşma sürecinin startını vermiş olan insanoğlunun en büyük problemi bu hadsizliktir.
İşte bu hadsizliktir kafa karışıklığımızın sebebi. Etrafımızda olan biteni anlamlandıramıyor oluşumuz bundandır. Çocuklarımıza ulaşamıyor oluşumuz onları ‘yaradan Rabbimizin adıyla’ okuyamıyor olmamızla ilgilidir. Suriye’ye baktığımızda göremediğimiz şey bundandır. Dünyadaki o büyük aks değişikliğini anlamlandıramıyor oluşumuzun sakın ha başka bir şeyden kaynaklı olduğunu filan düşünmeye kalkmayın. Yapmamız gerektiğini bildiğimiz halde yapamadığımız ve bundan dolayı kendi kendimizi yiyip bitirdiğimiz ne kadar şey varsa hepsi yaklaşımımızdaki bu problemden kaynaklanmaktadır.
Oku ayetinin indiği an tüm zamanlarımızı kapsamadığı ve o mübarek anlam hayatımızın tüm alanlarında hayat bulmadığı müddetçe bize de kaybedenlerden olmak düşecektir. Alak suresinde ‘azgınlık’ ve ‘kendi kendini müstağni görme’ hali olarak tariflenen hususlar biz Müslümanların öyle çok da uzağında duran şeyler değillerdir.
Oku emrini “anlamlandır” şeklinde tercüme eden bir müfessirden bahsetmişlerdi zamanın birinde. Oynanmakta olan bir oyunu okumak gibi, aklından geçeni okumak gibi, olan bitenin aslında ne olduğunu okumak gibi…
Eğer biz Müslümanlar isek ve mü’min olma iddiası taşıyor isek hayatı, hayatın seyrinde cereyan eden hadiseleri anlamlandırmakla mükellefiz demektir. Anlam ise, biz Müslümanlar için sadece ve sadece bizi yaratan ve yaratmaya devam eden aziz ve hakîm olan Allah’ın adıyla kazanılabilecek bir şeydir.
Sezen Aksu’nun söylediği şarkıdan bir cümle yerini buluyor ve usulca yerleşiyor yazının tam da burasına; “Her şey bir anda anlamsız gelecek / İşte biz o gün tükeneceğiz”
Dünya denen yer bir gurbet yeridir. Sılamız geldiğimiz ve aslolan yerdir. Gurbet garipliğin çekildiği yerin adıdır aynı zamanda. Garipliğimiz Rabbimizden ayrı düştüğümüz içindir. Gurbetliğimizi, emaneti asıl sahibine, emanete hıyanet etmeden teslim ettiğimizde hakkıyla tamamlamış ve sılamıza kavuşmuş olacağız. Hiçbir şeyi hakkıyla anlamlandıramayıp her şeyi anlamsız halde bulduğumuzda aslında tüketmiş olduğumuz şeyin “emanet” olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Evet, “gayret bizden tevfik Allah’tan” düsturu mucibince okuyarak, yaradan Rabbimizin adıyla okuyarak yeni baştan başlayabiliriz. Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır ve şüphesiz her şeyin doğrusunu O bilir.