Yakınlık dersleri

Sidi Muhammed Buzîdî Hazretleri anlatıyor: Bir gece vaki olan bir inme sebebiyle bir elimi hareket ettiremez oldum. Hareket edebilen elimle felçli olanı tuttum. Bana öyle geldi ki, hissetmediğim elim sanki başkasının elidir. Felçli olan kendisini tutan eli hissetmiyordu. Evdekilerden ışığı yakmalarını istedim. Işık yandığında, sağlıklı elimin inmeli elimi tuttuğunu görünce, şunu düşündüm: İşte bu, Rabbiyle birlikte olduğu halde, onu tanımayan, onun varlığını yanında hissetmeyen kimsenin halidir.

Bu menkıbenin bize doğrudan söylediği şeylerden biri, bir arifin, felç esnasında bile “mevzuunu” kaybetmemesi, felcin bile kendisini esas meşguliyetinden alıkoymamasıdır. Felç olmuştur ve onun bu durumun dehşetiyle baş etmesi beklenirken, o yine de kendisiyle Allah arasındaki münasebetin kıvamıyla meşguliyetini sürdürmektedir.

Bu hali bir tür obsesyona benzetmek istersem, beni hemen yadırgamayın. Dahinin bir tür obsesif olduğu söylenir. Ya da dehanın, ancak obsesyonla kendi sınırlarına ulaşabildiği. Dahi olarak bilinenlerin, kendi meşguliyetlerine bütünüyle takıntılı olmaları sebebiyle, o meşguliyetin içinde yitmeleri, erimeleri, fani olmaları sebebiyle dahi olabildiklerini görüyoruz.

Arifin durumu da dâhininkinden farklı değil. Ya da şöyle söyleyelim: Arif de metafizik bir deha sahibidir. O da bütünüyle kendi mevzuuna takmış, onun içinde erimiş, onunla meşguliyetini hayatı haline getirmiş kişidir.

Geçen yüzyılın pek dikkat çekici isimlerinden olan Ahmed Âmiş Efendi, müridanına “Ayı on türkü bilir, hepsi de armuda dairdir” dermiş. Yani nağme değişse de, hava farklı gibi gelse de, esas mevzunun dışına çıkmamanın, bir tür “armut”a takıntılı olmayı sürdürmenin gereği üzerine bir uyarı onunki de.

Bu “takıntı” sebebiyledir ki Buzidi Hazretleri, felçle meşgul olmak yerine mevzuuyla meşgul olmayı sürdürmüştür. Onun için felç ya da sağlık halleri, kendi mevzuunun çeşitli veçhelerini idrak etmesine yardımcı olan değişkenlerdir. Esas olan ve değişmeyen ise kendi mevzuudur.

Hemen Yunus Emre’mizin “dertli dolap”ını hatırlayalım. Muhtemeldir ki Yunus Emre, bir zamanlar Anadolu’da çokça rastlanan su dolaplarından biriyle karşılaşınca, onun dönerken çıkardığı sesin bir tür inleme olduğunu, böylece dolabın da bir tür dert sahibi olduğunu “görmüştür”. Bu özel bir görme biçimidir. Ve aslında o her nereye bakıyor olursa olsun kendisini görmektedir: “Dağdan kestiler hezenim/ Bozuldu türlü düzenim/ Ben bir uslanmaz ozanım/ Derdim vardır inilerim.” Burada kim Yunus’tur, kim dolaptır, belirsizdir. İkisinin birbirine karıştığı, dönüştüğü bir eşiğe böylece gelmiş oluruz. Bunun sebebi, dolabın bu anlamı ve imayı doğal ve zorunlu olarak mündemiç olması değildir. O dolabın, binlerce gözlemcisine sadece ahşap bir dolap olarak görünmeyi sürdürürken, birden Yunus Emre’nin gözünde bir derttaşa, bir sözcüye dönüşmesi dolapla değil, Yunus Emre’nin görme biçimiyle alakalıdır.

Yunus Emre’yi ya da Buzidi Hazretlerini bu görme seviyesine getiren de, onların mevzularıyla olan meşguliyetlerinin şiddetidir. Newton’un menkıbesini hatırlayalım: Bir ağacın altında yatmaktayken yere düşen sıradan bir elma, bilim tarihinin en önemli tespitlerinden birini yapmasına sebep olmuştur. Keramet, milyon kez dalından düşmüş, milyonlarca benzerinden ayırt edilemeyen o elmada değil, mevzuuna gömülmüş fizikçinin bakışındadır.

Menkıbemizin işaret ettiği diğer husus,  insanın Allah’la münasebetine rengini veren gaflet haliyle ilgili. Gaflet halindeki insan o felçli eldir. Canını, hissiyatını, duyuşunu kaybetmiştir. Kendisine yakınlığını hep sürdürmüş olan Allah’ı hissetmemektir. Allah ona yakındır ama o Allah’a uzaktır. Hissiyatını kaybetmiş olan el, diğer elin temasını inkar edecektir. Ancak ışık yanarsa, ortalık aydınlanırsa yani kendisine temas eden el ayan beyan görünürse, inkar ettiğini artık kabul etmek zorunda kalacaktır.

Bu esasen, “Ben seninleydim, peki sen kiminleydin?” yakıcı sorusunun hatırlattığı haldir. Bu soru yakıcıdır, çünkü muhatabına geçip gitmiş fırsatların tamamından haber vermektedir. Muhatabın, o felçli haleti ruhiye içindeyken duymadığı yakınlığı, artık bir sorgu makamında ve bir sorgu kipiyle duymuş olmanın talihsizliğidir bu.

“Biz ona şahdamarından daha yakınız” ilahi ihbarındaki “biz”in kim olduğu belli. Sorun, ayetteki “o”yu üzerimize alıp almayacağımızla ilgili. Onun o denli yakın olduğu kişi kim? Peki, bu mesafesizlik içinde biz bu yakınlığın farkında mıyız? Mesele budur.