Kudüs, 638 yılında (Hz. Peygamber’in vefatından altı yıl sonra) Hz. Ömer’in buraya teşrif etmesiyle, sulh ve selamet içinde teslim alındı.
90 yıl Emevi, 219 yıl Abbasi, 130 yıl Fatımi, 63 yıl Eyyübi, 267 yıl Memluki hakimiyetinde kaldıktan sonra, 1517-1917 yılları arasında tam 400 yıl Osmanlılar tarafından yönetildi.
Buna göre, 1099 – 1187 yılları arasındaki 88 yıllık Haçlı hakimiyetini çıktığımızda, 1191 yıl İslam hakimiyetinde kalan Kudüs’ün, son yüzyılda yönetici güç planında muhatap olduğu belirsizlik ise hepimizin malumudur.
Kudüs merkezli (ilki MÖ 900’lü yıllarda Hz. Davud tarafından kurulan) son Yahudi devleti, MÖ 586 yılında Babil (Kildan) Kralı Nebukadnezzar tarafından yıkılmış, İsrailoğulları’nın, zamanın güçleri tarafından kendilerine verilen ve Titus tarafından MS 70 yılında sona erdirilen vassallıktan öte, 586 yılından bugüne kadar bölgede kalıcı, sürekli bir hakimiyetleri söz konusu olmamıştır.
Nitekim 1948 yılında İngiltere tarafından kurdurulan İsrail devleti de eski vassallığın modern (ulus devlet) uygulamasından başka bir şey değildir, çünkü İngiltere ve Amerika’nın desteği olmaksızın İsrail’in tek başına üç gün ayakta kalması mümkün değildir. Bu desteklerle bile, Tel Aviv’e isabet eden bir Hamas roketinden sonra Yahudilerin havaalanına doluşmaları bunun sıkça tekrarlanan bir göstergesidir.
Bu durumda, İsrail yöneticisi sıfatıyla kimi Yahudilerin, Kudüs’ün üç bin yıldır İsrailoğulları’na ait olduğunu söylemeleri tarihe yalan söyletme çabasından öteye geçmemektedir; kendilerini inandırmaya çalıştıkları yalan ise önce Tevrat’tan geri dönmektedir.
Şöyle ki:
Tevrat’ın nebilerinden Hezekiel, kendisine “Kral Yehoyakin’in sürgünlüğünün beşinci yılında” vahiy geldiğini söylemektedir ki, bu da tarih olarak yaklaşık MÖ 592 yılına denk düşmektedir. Süleyman Mabedi’nin yıkımından (MÖ 586) altı yıl sonra Hezekiel, Kudüs hakkında (Rab’den naklen) şunları söylemektedir:
“Kökenin ve doğumun açısından Kenan ülkesindensin; baban Amorlu, annen Hititliydi. Doğduğun gün göbek bağın kesilmedi, temizlik için seni yıkamadılar, tuzla ovmadılar, kundağa sarmadılar. Kimse bunlardan birini yapacak kadar sana acımadı, sevecenlik göstermedi. Senden tiksindikleri için doğduğun gün seni kıra attılar.
Yanından geçtim, senin kendi kanının içinde kımıldadığını gördüm. Kendi kanının içinde yaşa! Dedim. Kırda yetişen bir bitki gibi seni geliştirdim. Geliştin büyüdün, kusursuz bir güzelliğe eriştin.”
Bu sözlerinin devamında, Kudüs’e fahişelik dahil çok ağır suçlamalar yönelten Hezekiel, Kudüs’ün yukarıda belirttiğimiz tarihlere uygun olarak dünya tarihine girişiyle ve Filistinlilerle olan köklü bağıyla ilgili de şunları söyler:
“…Mısırlılarla fahişelik ettin. Fahişeliklerini artırmakla beni öfkelendirdin. İşte bu yüzden elimi sana karşı uzattım, yiyecek payını azalttım. Ahlaksız davranışından utanç duyan düşmanların Filistinli kızlar dilediklerini yapsınlar diye seni onlara teslim ettim. Asurlularla da fahişelik ettin. (…) Fahişeliğini (…) Kildan ülkesine dek artırdın, yine de doymadın.”
Kudüs’ün İsrailoğulları’nın üç bin yıllık vatanı olduğuna dair ileri sürülen yalanlar, Tevrat’ın kendisinden geri döndüğüne göre, İsrail’in bir ulus devlet olarak kuruluşunun daha doğru gerekçelerle izah edilmesi de zorunlu hale gelmektedir.
Bu manada esas soru şudur: İsrailoğulları’nı başkenti Kudüs olan bir ulus devlet çatısı altında Filistin’de toplamak, hangi etkilerin ve niyetlerin bir sonucudur?
Yakın tarihin kayıtlarından Moses Montefiore, Teodor Herzl, Rothschild ailesi… gibi isimlerin Filistin’de bir İsrail devleti kurma konusundaki ideallerine dair okuduğumuz bilgilerin tutarsızlığı ortada olduğu gibi, bunlar tarafından söz konusu ideal kapsamında üretilen Siyonizm’in başarısızlığı da ortadadır. Çünkü bugünkü rakamıyla söylersek dünya genelindeki 12 milyon Yahudi’yi (kendi aralarındaki yoğun mezhep çatışmalarını da gidererek) bir araya getirmiş olsanız bile bunlardan müstakil ve köklü bir devletin teşekkül etmesi mümkün değildir. Bu noktada, modernizmin Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde icat ettiği “ulus devlet” formülü devreye girmiştir.
Ulus devletin, son tahlilde egemen güçlerden birinin ilgili bölgedeki askeri ve siyasi bir üssü şeklinde olarak yapılandırıldığı, meşruiyetinin ise tarihsel (kavimsel) ya da dini bir esasa dayandırılmaya çalışıldığı malumdur.
Buradan bakıldığında İsrail, başlangıçta İngiltere’nin, Kudüs’ün işgal (1967) ve ilhakından sonra ise Amerika’nın İslam dünyasının en stratejik noktasındaki üssüdür.
Bu yolla İngiltere / Amerika, İslam dünyasının kalbine paslı bir bıçak gibi saplanmakla kalmamış, Mekke dahil İslam’ın diğer önemli beldelerine nüfuz edebileceği bir merkeze konmuştur.
İsrail’in, yukarıda zikrettiğimiz üç bin yıllık sahiplik vb. yalanlarla devlet planında din esaslı bir meşruiyete sahip kılınmaya çalışılması, İngiltere / Amerika’nın İslam dünyasına hakimiyet kastını kamufle etme çabasından başka bir şey değildir.
Dolayısıyla İsrail ve İsrailoğulları’nın Kudüs tanımlı var olma çabası, bir kukla gösterisinden ibarettir.