Yahşılık

Üniversiteye yabancı öğrenci kontenjanı için başvuran öğrencilerle mülakat yapıyoruz. Hepsi birbirinden çarpıcı hikâyeler, hepsi birbirinden ilginç kahramanlar sırayla önümüzden geçiyor. Ama bütün bunların içinde Doğu Türkistan’dan başvuran Uygur gençlerinin öyküleri bambaşka.

Önemli bir kısmı Mısır’dan Türkiye’ye gelmiş gençler. Mısır’a Arapça ve dini ilimleri öğrenmeye gitmişler. Ezher’i bırakıp gelenler de var, bir Mısır lisesini bitirenler de. Mısır polisinin geçtiğimiz ay (AA’nın haberine göre Çin polisiyle birlikte), Kahire’de yaşayan Uygur Türklerinin lokantalarına, evlerine baskın yaparak Uygur Türklerini tutukladığını, bir kısmını Çin’e gönderdiğini ya da sınır dışı ettiğini biliyoruz (BBC’nin haberine göre Çin bu öğrencilerin radikalleşmelerinden endişeleniyormuş). Aralarında az da olsa bu hengâmede Türkiye’ye kaçabilmiş olanlar da var. Ama çoğu daha önceden gelmiş, Türkçe konuşma sorunlarını halletmiş gençler.

On yedi yaşında bir kız çocuğu olan G. ile sohbet ediyoruz. Laf dönüp dolaşıp anne babasına geliyor. Kendisini günlerdir bu soğuk mülakat odasına dirayetle hazırlamış olan G. bir anda çözülüyor, gözleri yaşla doluyor. Çünkü anne babasının ikisi de Çin’de hapiste. Niçin? Kızlarının Mısır’da dini eğitim almasına göz yumdukları için.

Sonrasında hemen her çocuğun hikâyesinden bir hapis teması çıkıyor. Altı aydır anne babasından haber alamayan bir delikanlı, “belki de hapistedirler, bilemiyorum” diyor. Dolmayan, ifadesiz, sakınımlı gözleri var.

Hemen hepsi Arapça öğrenmiş. İçlerinde İngilizce ve Korece bilenler de var. Neredeyse tamamı hafızlıkla meşgul olmuş, önemli bir kısmı da hafızlığını tamamlamış. (-Nasıl hafız oldun? -Evde, annemle birlikte. -Okulu bırakarak mı? -Hayır, hem okula gittim, hem sabah erken saatlerde bir-iki sayfa ezberledim.)

O anneyi merak ediyorum. Çocuğuna bir Müslüman ismini vermekte zorluk çekme sınırında yaşayan, oruç tutması bile yasaklanan, her türlü kısıtlamaya maruz kalmış ama evinde, artık Çin’in giremeyeceği o kurtarılmış, asude bölgede, Kur’an-ı Kerim’i çocuğunun hafızasına emanet eden o anneyi. O da bu emaneti kendi annesinden almıştı.

Gençlerin hemen hepsi onlu yaşlarda hafız olmuşlar. Oyun çağında, okul çağında, oyunla okul çağında, hepsini birden yaparken bir yandan da hıfzlarını tamamlamışlar. Hafızlıktan mıdır bilemiyorum ama hepsi, üzerlerine sinmiş bir olgunluğu hiç de emanet gibi olmayan bir biçimde taşıyorlar.

On altı yaşındaki bir genç kız olan M. bu yaşına kadar bir yandan Kur’an-ı Kerim’in yarısını ezberlemiş, öte yandan dört yaşında başladığı eğitim hayatında iki kere sınıf atlayarak, çok erken bir yaşta üniversite kapısına gelmiş. Ha yine bu arada annesinden Arapça öğrenmiş, tefsir okumuş (Buyurun, merak uyandıran bir anne daha). Rahman Sûresi’nin altmışıncı ayeti olan “Hel cezâü’l- ihsâni ille’l-ihsân” ayetinin meali sence nasıl olmalı, diye soruyoruz (Dikkatinizi çekerim, daha lise mezunu gepegenç biri o). “Yahşılıkın karşılığı yine yahşılıktır” diyor, Kaşgarlı Mahmud’un hemşehrisi. Güzelim Türkçe, güzelim Türkçe.

Ailelerinden haber alamayan, Mısır’dan can havliyle Türkiye’ye kaçan, memleketlerine dönüş ümitleri giderek zayıflayan bu çocuklara bakıyorum. Metanetleri, gayretleri, dirayetleri etkileyici. İleride davetçi olmak isteyenler, Çin’e dönüp İslam’ı tebliğ etmeyi ümit edenler var içlerinde. Hepsi Çince biliyor. Uzun süredir Mısır’da olduğu için Çince’yi unutmaya başladığını söyleyen bir kız öğrenciye, sen zaten Çinlileri de, Çince’yi de sevmezsin, diyoruz. “Ama” diyor, “kötülüğe iyilikle muamele etmek sünnettir. Biz, Çinlilere de iyilik götürmeliyiz.”.

Üç gündür, çağdaş eğitim kuramlarından bütünüyle habersiz, anne-baba olmaya dair popüler ve afili literatürden tamamen mahrum olan, Urumçili, Hotanlı, Doğu Türkistanlı o anneleri, çocuklarına bu eğitimi, bu terbiyeyi, bu metaneti, bu dayanıklılığı, bu azmi aşılama yöntemlerinden başka bir şey düşünemiyorum. Evlerini okul kılmalarını, çocuklarını alınlarından öpüp meçhul bir geleceğe uğurlamalarını, bütün bunları da dini hamiyetle yapmalarını benzersiz buluyorum. Günümüzün mucizesi gibi bir şey bu.

Uygurlu sanatçı Abdurehim Heyit’in şu meşhur türküsünü hatırlamanın vakti:

“Dedim, niçin korkmazsın? Dedi, Tanrım var.

Dedim, ya başka? Dedi, halkım var.”