Kimlerle kardeşiz?

Birçok müfrit ve dolayısıyla mülhit Şii gibi, Hz. Peygamber’in (sav) ailesine, reşit halifelerine ve sahabelerine karşı çirkin bir dil kullanan Ayetullah Bakır An-Nemr’in Suudiler tarafından idam edilmesiyle, Osmanlı’nın dağılma devrinden beri tartışılan “müminlerin kardeşliği” konusu yeniden gündemin ilk sırasına oturdu.

Aslında, söz konusu idamın itikadi ve ameli hükümlere göre yapılmadığını bilenler için bir problem yok. Problem, din ile siyaset arasına sıkışıp, “müminlerin kardeşliği” konusunu idealize eden (ya da idealize etmeye şartlandırılmış) Müslüman yığınlara mahsustur. Dolayısıyla din, siyaset ve kardeşlik kavramlarının kendi zamanımıza göre yeniden yorumlanması, yapılandırılması elzem görülmektedir.

Öncelikle, şimdi bizim de başvurduğumuz “proje dili”nin bu hususta geçerli olmadığını belirtmeliyiz. Çünkü konu dini bir projeye değil, çerçevesi Kur’an ve sünnetle belirlenmiş hayata ait bir konudur. Diğer bir söyleyişle gelecekte yapılacak bir şeyden söz etmiyoruz, geçmişimizi belirlediği gibi, şimdimizi ve geleceğimizi de belirleyen fiili bir durumdan söz ediyoruz.

Nitekim Hz. Peygamber’in (sav) “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. (Tehlikeli durumlarda) onu yardımsız bırakmaz. Bir kimse (din) kardeşinin ihtiyacı hususunda yardımcı olursa Allah da (zor bir duruma düştüğünde) ona yardımcı olur. Her kim bir Müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da (buna karşılık) kıyamet gününde sıkıntılarından bir sıkıntıyı o kimseden giderir. Kim de bir Müslümanın (günahını ya da suçunu) örterse Allah da kıyamet günü o kimsenin (dünyada işlediği bir günahı ya da suçu) örter.” (Müslim, 1578) mealindeki Hadis’inin hakikatinde bir değişme söz konusu değildir; onunla ortaya konulan öz, geçmişte olduğu gibi bugün ve yarın da sabittir.

Ancak, hakikatlerin öz’leri nedeniyle değil hareketleri (zamanla ilişkileri) nedeniyle değiştikleri de malumdur. Bu ise onların yeni formlarından anlaşılabilmektedir ki, kardeşlikle ilgili bu form, bugün (dini karşılıklarıyla) itikadi ve ameli olmaktan çok siyasi anlayış ve uygulamalara tabidir.

Mezkûr idamla bağlantılı olarak söyleyecek olursak, bu Hadis’in özü’nde, manasında ve hükmünde bir değişme yoktur; değişme İran ve Suudi Arabistan yöneticileriyle, onlara destek veren Müslümanların anlayış ve tutumlarıyla ilgilidir ki, bu da tümüyle iktidar olgusuna, güç ilişkilerine, kısaca siyasete bitişiktir.
Bu siyasileşme şartlarında, bizler “Müslümanların kardeşliği yeniden tesis edilmelidir” yaklaşımıyla, sorunu bir projenin konusu kılarak öteleyebileceğimiz gibi, buna şimdiki hayatımızın içinden bir karşılık arayarak, başta kendimizinki olmak üzere karışık zihinleri aydınlatmaya da yönelebiliriz.

Kaldı ki idam ve ona gösterilen tek taraflı tepki nedeniyle ilk sıraya oturan kardeşlik sorunu, sadece İran ve Suudi Arabistan’ın değil, bizzat FETÖ’nün nifakına ve tehdidine muhatap oluşumuz bakımından bizim de sorunumuzdur.

O halde üçüne de bakalım:
İran bir Şii devletidir. Şiilik ise (bugünkü geldiği nokta itibariyle) İslam içinde konumlandırılmaya çalışılan kültürel bir Hristiyanlıktır.
Mehmet Görmez Hocaefendi’nin son İran seyahatinde Şiilerin kardeşlerimiz olduğunu söylemesi, kendisinin alim sıfatıyla, temsil ettiği yapıyla ve bu yapının siyasi teamülleriyle birlikte düşünüldüğünde doğrudur.

Ancak mezhep, ülke ve millet şartlanmasıyla hareket eden bizler için bu kuşkulu bir durumdur.
Çünkü İran,

1-1979 yılından beri İsevi içerikli Şiiliği Sünni dünyaya yaymaya çalışmaktadır.
2-Sünni dünyadaki Şii unsurları, kendi ülke çıkarları doğrultusunda harekete geçirmekte ve dolayısıyla başka ülkelerin de müdahil olduğu Ortadoğu’daki güçler savaşına, onlar sayesinde “savaşı kendi dışında tutarak” dahil olmaktadır.
3-Dış politikasında, dini esasları hiç gözetmediği halde, fayda telakki ettiği durumlarda Şiileri istismar ederek, yeni gerilimleri onlar üzerinden yaratmakta ve yönetmektedir.
Suudi Arabistan ise,
1-Başta el-Kaide olmak üzere, DAEŞ vb. örgütler üzerinden ABD ile birlikte Müslümanlara yüklenmek istenen olumsuz imajların üretimine dolaylı bir katkıda bulunmaktadır.
2-Vahhabi anlayışla Mekke ve Medine’nin mekanına din adına tecavüz etmekte, yeniden yapılaşma yoluyla Hz. Peygamber’in (sav) ve ashabının izlerini yok etmek için fiili bir gayret yürütmektedir.
3-Halkı Müslüman olan ülkelerle ilişkilerini, kendi iktidarını korumada, pekiştirmede destek olan uluslararası güçlerin talepleri doğrultusunda belirlemekte, en son Mısır örneğinde olduğu gibi darbecileri korumakta ve kollamaktadır.

FETÖ’ün durumuna gelince:
Bu örgütün ilke, inanış ve uygulamalarının da Hristiyanlığa ve Kabalizm’e bitişik olduğu artık herkesin malumudur. Kendini yeni bir mezhep gibi konumlandırıp, kurumsal bir görünümle İslam dünyasında etkili olma niyet ve çabaları da sabittir.
Bunlardan bakıldığında, İran ve Suudi Arabistan yöneticileriyle, onlar tarafından güdülmekten memnun olan Şiilerin ve Vahhabilerin kardeşlerimiz olduğunu söylememiz çok zordur.
Aynı durum FETÖ için de geçerlidir.

Dolayısıyla İran ve Suudi Arabistan için “Vurun, siz şerde kardeşsiniz”; FETÖ elemanları içinse “kahrolun” dememiz yaşadığımız zamanın, muhatabı olduğumuz şartların bir gereği gibi görünmektedir.

Peki, bu durumda “bizim” durduğumuz yer neresidir?

Devlet, millet, huzur, istikarar, milli çıkar vb. kavramlardan bakarsak durduğumuz yer Türkiye Cumhuriyeti, onun menfaatleri ve gelecek kaygısıdır.
Din açısından bakarsak, “ümmet” anlayışından kopuşla, ülkecilikte karar kılmaktır.

Peki, mezhep, devlet ve millet şartlanmasıyla gelip dayandığımız bu noktalara rağmen, yine de bunun bir “İslami vasatı” yok mudur?
Mutlaka vardır. Ancak bunun “başlangıca” dönmekle bulunabileceğini düşünerek idealizme; kendi zamanımızla kayıtlandırarak pragmatizme düşme tehlikelerinden korunarak aranması; ayrıca inanç, hareket (zaman), ümmet, devlet, millet, kardeşlik tanımlarının, özleri itibariyle değişmeyen, ancak hareketleri (zamanla ilişkileri) nedeniyle değişen hakikatlere göre yeniden yapılabilmesi için cesaret gösterilmesi gerekir.