-1-
Yüzlerce Vietnamlı Tebessüm / 19 Ağustos 2018
Uçak 02.25 gibi havalandığında, bize, İstanbul’u, temsil ettiği, çağrıştırdığı, kavramsallaştırdığı, sembolleştirdiği her şeyi zihnimizde döndürerek seyretmek düştü yine. Öyle sanıyorum ki, dünyanın feri gitse İstanbul’un ve kardeşlerinin ışığı yetecek dünyayı aydınlatmaya. Bir şehir bu kadar mı özgüven verir kendisine sakin olmayı bilenlere? Bu şehirden güç alarak sıçrıyoruz sanki dünyanın dört bir yanına. Ve bu şehrin çağrısı olacak bizi geri döndüren.
Uçağımız karanlığa karıştı önce, bulutların arasından zaman zaman karşımıza çıkan küçük kasabaları, şehirleri seçebildik akabinde, çok değil bir süre sonra ufukta bir kızıllık belirdi. Uçağımızın yönü doğu olunca kaçınılmaz olanla karşılaşıyorduk neticede. Biz doğuya gittikçe doğu da bize geliyordu. Gecenin içine değil dışına çıkma yolculuğundaydık sanki. Oysa, aynı saatlerde batıya doğru uçuyor olsaydık karanlıktan çıkmak için daha çok zamana ihtiyacımız olacaktı. Şehirler neden batıya doğru büyürler öyleyse? Neden büyük göçler batıya doğrudur? Neden insanların önemli bir kısmı ‘doğu mu batı mı’ sorusuna karşılık önce ‘hiç düşünmeden’ batı derler de sonrasında ‘biraz düşünme imkânı bulduklarında’ doğuyu gündemlerine almaya başlarlar? Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su ne demektir mesela? Sezai Bey’in Doğunun Yedinci Oğlu neyimiz olur bizim? ‘Anamı sorarsan büyük doğudur / Batı ki sırtımda paslı bıçaktır’ diyen rahmetli Akif İnan ne demek istemişti? Batılıların ‘Doğu Sorunu’ dedikleri şey neydi? ‘Batı-Doğu farklılaşması bir boğuşmadır. Batı-Doğu boğuşması, aslında Batı’nın Doğu’yu sömürmesi hırsına dayanır. Bu hırs, Batı’nın sömürme gücünün son zerrelerini yitirene kadar devam edecektir’ diyen Kemal Tahir ne demeye getiriyordu? Doğu ne yana düşer, batı ne yana? Bu yolculukta veremezdim bu soruların cevaplarını ama yine de sormam gerekiyordu işte. Belki gittiğim yerde bulacaktım cevabını, kim bilir?
Uçağımız Ho Chi Minh City şehrindeki Tan Son Nhat havaalanına indikten hemen sonraki işimiz Vietnam vize sürecini tamamlamaktı. Vietnam vizesi iki ayaklı olarak veriliyor. Türkiye’deki konsolosluk vasıtası ile başvurunuzu yaparak bir evrak alıyorsunuz ve vize alım sürecini havaalanında tamamlıyorsunuz. Form dolduruyoruz. İki adet de vesikalık fotoğraf istiyorlar. Yanımda eskiden kalma fotoğraflarım var. Şimdi sakallıyım ama o fotoğraflardaki ben sakalsız. Neyse ki, vize almak için bekleyen Türkiye’den bir başka insani yardım derneği ekibi de orada. Hep birlikte bir grup oluşturarak, adımıza bir kişinin toptan vermesini sağlıyoruz pasaportlarımızı. Vize ücretlerimizi pasaportlarımızı teslim ettikten sonra ödüyoruz. Ve o öldürücü bekleyişe koyuluyoruz.
Karşımızda camlı bölmenin içerisinde ağır hareketlerle pasaportlarımızı oradan oraya taşıyan, zaman zaman bir araya gelen, zaman zaman bazı isimleri anons eden, bazen bir anda ortadan kaybolan apoletli askerler tarafından yürütülüyor işlemlerimiz. Camlı bölümün karşısında oturansa bizleriz. Her milletten varız neredeyse. Öylece bekliyoruz; reflekslerini bilmediğiniz bir devlet karşısında gıkını çıkarmadan, mümkün olduğunca sessiz, saatleri kollayarak, olan biteni gözlerimizle takip ederek. Türkiye’den iki iş adamı var biraz ilerimizde, bir gemi firmasından geliyorlar. Sonra iki genç kız, sırt çantaları, biraz dilleri ve çokça özgüvenleri var. Avrupalı bir çift ayakta bekliyor, çünkü koşturup duran iki dünya güzeli çocuklarına nezaret etmek durumundalar. Hintliler biraz gerimizde. Çinliler, Afrikalılar filan…
Vizelerimizin onay bilgisi geliyor iki buçuk saat kadar sonra. Şimdi pasaport kuyruğundayız. Bir yarım saat de orası sürüyor. Sonrasında valizlerimizi alıyoruz. Ve havaalanının dışına çıkıyoruz. Yüzümüze sıcak ve kardeşlik çarpıyor. Hangisi önce bilmiyorum. O yüzden ben sıcak bir kardeşlik demiş olayım da asıl meramım anlaşılmış olsun.
Kısaya yakın orta boyu, gözlüğü, tıknazlığı, hafif ama çok hafif çekik gözleri, kumaş pantolonu, üzerinde gömleği ve muhteşem gülümsemesi ile Ahmet Emin duruyor karşımızda. Bizim oralardan gibi sanki, İç Anadolu’dan, belki Konya, belki Kayseri, belki Nevşehir. Selamlaşıyoruz ve sarılıyoruz. Sadece o an için bile değer bu yolculuğa desem belki ortamın samimiyetini anlatabilirim sizlere, belki.
Hava kararmış. Otele doğru ilerliyoruz. Yol boyunca o kadar çok motosiklet var ki anlatamam; yüksek binalar, ışıltılı bir gece ve çoğunluğu gençlerden oluşan çokça insan.
Saigon Meydanı’ndaki otelimize geliyoruz. Meydan kapalı. Eşyalarımızı alıp yürüyeceğiz bir miktar. Meydanda dev ekranlar kurulu, ses kolonlarından gençlerin şevkini doruklara taşıyacak anonslar yapılıyor. Müzik, eğlence, coşku var meydanda. Pazar günleri böyleymiş bu meydan. Birazdan İngiltere Premier Ligi’nden bir maçı verecekler bu dev ekranlara diyor Ahmet Emin. Yüzlerce Vietnamlı tebessümünün arasından geçerek ulaşıyoruz otelimize.
Eşyalarımızı bırakıp, biraz rahatladıktan sonra tekrar iniyoruz otelin lobisine.
Türkiye’de binlerce yılın damaklarda biriktirdiği benzersiz lezzet eşiği, yurtdışındaki seyahatlerde hep karşınızda bir zorluk olarak yer alacaktır. Bu böyledir. Tabi bir de asıl önemli olan husus, helal/haram hassasiyetini gözetiyor oluşunuz. Hal böyle olunca yemek hususunda cesareti kırık insanlara dönüşüverirsiniz. Yardım kuruluşlarının yurtdışındaki faaliyetleri esnasında mihmandarlık yapanların Müslümanlardan oluşuyor olması bir konfor sağlıyor elbette. Lakin, tatlı ile tuzlunun karıştırılması, baharatın kullanım rahatlığı, yemeklerin hazırlık safhasına olan mesafeniz, alışık olmadığınız kokuların kaynağının belirsizliği, hijyen gibi faktörler hayli zorlar sizi. Bu konuda rahat yol arkadaşlarım olmadı değil hani, söylemeden geçmeyeyim. Ama şu bir gerçektir, bu tarz seyahatlerde, valizlerin olmazsa olmazı vakumlanarak istif edilmiş lavaş, kavurma, peynir, zeytin ve illaki çaydır.
Ahmet Emin tecrübe sahibi tabi bu konuda. Yıllar yılı çok sevdiği Türkiye’den gelen misafirlerinin damak tatlarının neleri kaldırıp kaldıramayacağının farkında. Bizi anladığını da söylüyor üstelik, ben diyor, Türkiye’ye geldiğimde yiyemediğim yemek olmadı, sizi anlıyorum, sizin damak tadı çıtanız bir hayli yükseklerde. Öyleyse diyor, bir Türk lokantasına gidelim şimdi. Seni mi kıracağız Ahmet diyor içimizden biri gülerek, Ahmet’le birlikte hepimiz eşlik ediyoruz bu manalı espriye.
Neredeyse her türlü Türk yemeğini bulabileceğiniz Pasha isimli lokantadan çıktığımızda sıcak nem çarpıyor yüzümüze, üzerimizde taşımaya mecbur olduğumuz ıslak bir yorganı andıran o ağır geceye Türkçe ikram ederek yürüyoruz sokaklarda motosikletlerin, sokak satıcılarının ve gecenin ilerleyen saati olmasına rağmen sokaklara dökülmüş gençlerin arasından.
Otel odasına çekildiğimizde bu gecenin manşeti ne olmalı diye soruyorum kendime. Birkaç saatten bu yana karşılaştığım Vietnamlı yüzler geliyor aklıma Saigon Meydanı’na girişte mırıldandığım cümle eşliğinde; Yüzlerce Vietnamlı Tebessüm.
-devam edecek-