Gece geç saatlerde döndük Ho Chi Minh City’ye. Yolda iken Sadakataşı Derneği Başkanı Kemal Özdal ekip arkadaşım Hacı Altun’u arayarak Kamboçya sınırında TİKA ile birlikte inşa ettirdikleri okulun ziyaret edilmesi ve okulun bulunduğu bölgede bir büyükbaş hayvanın kurban edilerek dağıtımının yapılması hususunda bir görev tevdi ediyor. Bu şu anlama geliyor; 7 saat kadar süren yolu ertesi sabah tekrar kat edip görev bittiğinde yeniden geri dönmek. Hacı abi, telefondayken daha benim tepkimi ölçmek için ‘ne dersin’ tarzı bir bakış atıyor, ‘ne demek abi’ diyorum, derhal. Telefonun geldiği andan itibaren bir 24 saati düşünecek olursak uykuya 3-4 saat zaman kalıyor, gerisi yol, e bu çok güzel.
Kurban Bayramının birinci günü kesim ve dağıtım yaptığımız An Giang şehrinden daha kuzeyde bir bölgeye doğru bu sefer istikametimiz; An Phu’ya.
Sabah saat 06.00’da otelin kahvaltı salonuna iniyor ve hemen akabinde yola koyuluyoruz. An Phu’ya varmadan evvel An Thanh’da bir kahve molası veriyor, Xa Chau Phong’da kısa bir bekleme yapıyoruz. Muhammed Emin yol boyu sorularımızı cevaplıyor. Geçmişteki Müslüman katliamı yapan zalim hükümdarlardan söz ediyor, Fransızların işgalini anlatıyor, Fransızların Amerikalıları çağırmasından söz açıyor, Amerikalıların Vietnam’daki savaşı boyunca Müslümanların almak zorunda olduğu pasif pozisyona dair cümleler kuruyor.
Vietnam’da sosyalist bir iktidar var, tek parti sistemi. Amerikalıları kovmuşlar ama taşra dışında her yer Amerika’ya dönüşmüş durumda aslında. Komünist parti iktidarı özellikle büyük şehirlerde toplumsal desteğini kaybetmiş durumda olmasına rağmen taşrada, köylüler ve çiftçiler tarafında hala güçlü. Ekonomik ve sosyal adaletin bir şekilde sosyalistlerce sağlanabileceğine inanıyorlar.
Mekong nehrinin beslediği verimli toprakları ağır aksak aşarak, bölge için hayatın kendisi anlamına gelen Mekong’u iki defa feribotla geçerek varıyoruz Kamboçya sınırına.
Küçük bir sorunumuz var fakat. Pasaportlarımızı Ho Chi Minh City’de kaldığımız otelin resepsiyonunda bırakmış durumdayız. Ahmet Emin’in tedirginliğini artırıyor bu haber. Birkaç gün sonra kutlanacak Vietnam Milli Günü dolayısıyla (2-3 Eylül) özellikle sınır bölgelerindeki kontrollerin olası terör eylemlerinin önüne geçmek için abartılı bir biçimde artırılmış olması gerçeği ile karşı karşıyayız. Neyse ki, korkulan olmuyor ve biz hedeflediğimiz okula ulaşıyoruz sorunsuz bir şekilde. Okul kapalı henüz. Lakin yeni eğitim öğretim yılı için her şey hazır. Ranzalar, ambalajından henüz ayrılmamış yataklar, masalar, sandalyeler… Tertemiz bir okul olmuş burası. Okulun bahçesinde bir futbol sahası da mevcut.
Bölgeye mahsus sağanak yağmurun oluşturduğu göletlerde oynaşan bir çocuk kendince bize bir gösteri sunuyor. Çocukların doğal olanla kurdukları ilişki her zaman ilgimi çekmiştir. Büyüdükçe doğal olana yabancılaşan, yabancılaştığı ölçüde doğal olanı özleyen, lakin, özlediği halde kendi kendisine kurduğu kafeslerden kurtulmayı göze alamadığı için her hâlükârda doğal olmayanı seçen insanoğlunun hayatının bir yerinde mutlaka bu ilişkiye dair çok özel sahneler vardır, biliyorum.
Okul ziyaretimizin akabinde, yine aynı bölgede bir büyükbaş hayvanı kurban ederek günün geri kalanını yine yola ayırmış olacağız. Bir hayvan satıcısının yanına giderek, bütçemize uygun olan en gösterişli hayvanı seçiyoruz. Yeşilin tüm tonlarından müteşekkil bir fonun önünde kan toprağa düşerken tekbirler göğe yükseliyor.
Hemen oracıktaki ağaç evlerin kapılarını mahallenin/köyün çocuklarının rehberliğinde teker teker çalarak dağıtımı da gerçekleştiriyoruz. Sadakataşı Derneği’nin hediye paketlerinin içine bir miktar da çocuk neş’esi bırakmış oluyoruz böylelikle.
Dönüş yolu boyunca bir hayli uzun susuyoruz. Vietnam’da geçirdiğimiz bu birkaç günün üzerimizde bıraktığı izler ve üzerimizden aldığı yükler geliyor aklıma. Duygulanmamak elde değil. Her uğradığımız yerde hiç olmazsa “biraz daha kalsanız” bakışlarıyla karşılaşmış olmanın karşısındaki çaresizliğimizle, buralar için yapılabilecek binlerce güzel şeyin birbiri ardınca zihninizden geçişi arasında bir konum belirliyorsunuz kendinizce. “Neden kalamıyoruz” sorusuyla “neden daha fazlasını yapamayalım” sorusu arasında bir yer burası. Sonucu yine hüzne çıkıyor işte.
O gece ve ertesi gün Ho Chi Minh City’de karşılaştığımız öyle ilginç anlar oldu ki, hepsini buraya alıntılamamın imkanı neredeyse yok gibi. Kaşmir ürünleri satan bir mağazanın vitrininde gördüğüm bir kumaş parçasının peşinden mağazaya girdiğimde içeride bulunan iki Keşmirli’nin Türkiye’den geldiğimizi öğrendiğinde büyük bir hürmetle ayağa kalkışlarını mı anlatmalıyım yoksa ticari hayata dair küçük ipuçları içeren pazar tecrübelerimi mi? Fransızların inşa ettiği katedralden mi yoksa postane binasından mı bahsedeyim? ABD zulmünü kare kare anlatan savaş müzesinin her adımını nasıl anlatabilirim bilmiyorum mesela. Sokak satıcılarının sattığı enteresan soslu yiyecekler ve satış tekniklerini mi sıralayayım ardı ardına yoksa geceleri şehrin doğal sakinleri halinde sokakları basan farelerden mi söz edeyim? Sıcak ve alabildiğine nemli gecelere gömülen kimliksiz kadınların hiçbir yere varmayacak hayat mücadelelerini mi yoksa gençlerin kendilerine istikamet olarak seçtikleri kaosu mu anlatayım? Buradaki kurban faaliyetleri dolayısıyla ailelerimizden uzak kaldığımız gerçeğinden hareketle ailelerimiz için tropikal meyve sepetleri ve yöresel kahvelerden oluşan hediye paketleri ile bizi uğurlayan Ahmet Emin’i sizlere daha güzel cümlelerle nasıl anlatayım peki?
En iyisi hepsi şimdilik bende kalsın. Zaman zaman yazılarımda belki karşınıza çıkıverir bu anlık ama aslında tüm zamanlara yönelik hikayelerin, ama büyük ama küçük kahramanları. Şu kadarını söyleyebilirim ama; Vietnam aslında anlatamadıklarımdır.
-bitti-