Montajlar, şantajlar, söylentiler, dedikodular, ahlaksız iftiralar, insafsız operasyonların gölgesinde yaşadığımız 17-25 Aralık sürecinin hemen akabinde seçimlere gidiliyordu. Daha evvel birlikte çalıştığımız, ancak sonrasında çok pişman olacağı bir kararla Bank Asya’da işe başlamış, her türlü telkine rağmen asla cemaat içerisinde yer almamış bir arkadaşım tam da o günlerde ziyaretime gelmişti. Uzun uzadıya konuştuk. Laf lafı açtı. Biraz da hinlik olsun diye “abilerden n’aber” diye sordum. Güldü. Hayırdır dedim. “Ya” dedi, “Güya bankacıyız, gazete abonelik hedefi verdiler hadi neyse dedik, devre mülk satış hedefi verdiler bir şekilde atlattık, kurban hedefi verdiler kulağımızın üstüne yattık, heriflerin şimdiki hedefini duysan inanmazsın” dedi ve bastı kahkahayı. “Hayırdır” dedim. Elini ağzına götürdü, dudaklarından çenesine kadar şöyle bir sıvazladı, sustu. Söylesem mi söylemesem mi diye geçiriyordu aklından belli ki. Anladım, nasıl söylenir şimdi böyle bir şey diye aklından geçiriyordu belli ki. Ben de güldüm bu sefer. Ben gülünce o da güldü ve ağzındaki baklayı çıkardı; “Bu seferki hedefimiz seçimlerde 50 kişiye Ak Parti’ye oy verdirmeme hedefi” dedi. Ortamdaki diğer arkadaşlarla birlikte bastık tabi kahkahayı.
Bir bankacı için bu oldukça tuhaf bir şeydi tabi. “Bu nasıl hedeftir yahu?” dediğimi hatırlıyorum. “Hadi diyelim hedefi verdiler, hedefini tutturup tutturmadığını nasıl kontrol edecekler, nereden bilecekler senin Ak Parti’ye oy vermediler dediğin kişilerin gerçekten oy vermediklerini” diye sordum. Arkadaşımın verdiği cevap bir hayli ilginçti, o da bu soruyu amirlerine sormuştu ve bana verdiği cevap için kendisine verilmiş cevaptan istifade ediyordu; “Sen anlat abi, zaten anlattığın kişi her kim olursa olsun sana inanacaktır. Yeter ki, kalbi mühürlenmiş olmasın”
Ablalar vardı hani ev ev dolaşan. Hiç tanımadığı insanların kapılarını çalıp “Ak Parti’ye değil şuraya ya da buraya olmadı filana oy verin” diyen. Ellerinde tezvirattan müteşekkil, eğer Ak Parti iktidara gelirse başımıza gelecekler listesi büyük bir inanmışlıkla konuşuyorlardı. “Seçimleri Ak Parti kazanırsa Türkiye’de Sivas’tan ötesi bölünecek”ten tutun da “Muta nikahı serbest hale gelecek”e kadar. Kalbi mühürlenmiş değilse inanacaklardı muhatapları, o kadar.
Çünkü herkesi kendileri gibi zannediyorlar da ondan böyle düşünebiliyorlar. İlköğretim seviyesini bitirmekte olan ‘seçilmiş’ bir çocuk düşünün, (hadi güncel olsun örnek de ortaokul diyelim şuna)dershanelerine gitmiş, evlerinde etütlere katılmış, sorular çözmüş bolca, her şey nazikçe ilerlemiş, zaman zaman Hocaefendi diye birinden bahsetmişler, onun iyiliklerinden, karınca ezmezliğinden, kurduğu cemaatin başarı öykülerinden dem vurmuşlar ders aralarında ve sınav günü yaklaşmış, sınavdan bir iki gün evvel o çok sevdiğiniz abla ya da abi gelip size bir haber veriyor; “Hocaefendi seni ve sana sınavda sorulacak soruları rüyasında görmüş, sana da yollamış soruları, hadi gel şu sorulara beraberce bir bakalım, ama kimseye söylemeyeceksin.” Sınava giriyor çocuk, o mübarek insanın rüyasında görüp de kendisine yolladığı sorular karşısında duruyor. Tabi sınav ful. Sonrasında giydirilen tişörtler, hediyeler, flaşlar, taltif ve takdirler, il milli eğitim müdürü, il valisi arıyor filan, evde, okulda, mahallede hava o biçim, yerel ve ulusal medyadan röportaja gelenlere verilen beyanatlar vs vs vs.
Uç bir örnek verdiğimin farkındayım. Herkes böyle değil elbette bu yapının içinde. Cemaat denen yapının vasatını, kendisini iyi hisseden, kendisini vazifelendirilmiş kabul eden, mekanizmaya itaat ettiği müddetçe mekanizma tarafından takdir edilen, taltif edilen ifadelerini kullanabiliriz. Bir çeşit huzur dünyası.
Ben bu tip cemaatleşmeleri modern manada şirketleşmelerin en güzel örneği olarak görürüm. Patron vardır, yönetim kurulu başkanı vardır, yönetim kurulu üyeleri, il temsilcileri, şube müdürleri, personeli vardır. Şirketin vizyonu, misyonu, varoluş sebebi, gizli/açık ajandası olmazsa olmaz tabi. Ve elbette bu yapıyı ayakta tutacak olan şey; müşteriler (taban) vardır. İşte bu yapı müşterilere daima bir şey sunmalıdır ki hayatını idame ettirebilsin. Bu yüzden inandırıcılık önemlidir. Sohbet evinde söylenen şey haberlerde çıktığında artar inandırıcılıkları. Filanın yediği haltlar fısıltıyla meclise düşürüldüğünde ve bu hadise bir süre sonra kamuoyunun önüne düştüğünde ‘vay be’ sesleri artar. Onlar her şeyi bilmektedirler. Sadık müşteriler elde tutulmaya çalışılmalıdır ve sisteme daima yeni müşteriler katılmalıdır. Şöyle bir düşününce ülkemizde bunlara bir gazete parası kadarlık da olsa müşteri olmamış çok az sayıda insan vardır. Bu da bir başarı öyküsüdür şirket için.
(Burada bir parantez açmam gerekiyor. Toplumun bunlara gösterdiği teveccühe dair sorular soruluyor şimdilerde. Nasıl oluyordu ki bu? Sevgili okur, üzerinde Arapça harfler var diye yerde gördüğü bir kağıt parçasını, bir takvim yaprağını bile, olur da üzerinde dine dair şeyler yazıyordur gerekçesiyle yerden kaldırıp belden yükseğe koyan bir millete mensubuz biz. Allah diyen, peygamberden söz eden, dinden bahseden birilerine gösterilmiş bu itibarın başkaca bir sebebi yoktur. Allah biliyor.)
Ortam buydu evet. Böyle bir ortamda yetişmiş olan biri her şeye inanır elbette. Aklını abilerin ablaların evlerindeki vestiyere asmıştır bir kere. ‘Eğitim fakültesi yazılacak’ derler yazarsın, ‘hukuk okuyacaksın şakirt’ derler tereddüt etmezsin sonrasında. İşini de onlar belirler, karını/kocanı da. Ordu mensubuysan evleneceğin kişinin profili bellidir. ‘Eşinden ayrıl’ derler ayrılırsın, ‘başını aç derler’ açarsın,‘iç’ derler içersin, gizlen emrini verdiklerinde kendini unutacak düzeyde, kendini her şeye ama her şeye benzeterek tam manasıyla uyuyan bir hücreye dönüşürsün, uyan dediklerinde o uykuya dalmadan evvelki son gün nasılsan öyle diriliverirsin. Sana biçilmiş rol her ne ise oynarsın ki o müstesna şahsın, o insanüstü varlığın arzu ettiği maksat hasıl olsun.
Şimdi, ister ordu mensupları olsun ister milli eğitim mensupları, ister esnaf olsun ister medya mensubu, ister talebe olsun ister vali, üzerine düşen rolü, onlarca yıldan beri ve son dakikaya kadar iyi oynadılar doğrusu.
Ve gelinen noktada, onlar yapacaklar, millet onlara inanacak ve itaat edecekti. Zaten başkası nasıl mümkün olsundu ki? Ancak kalbi mühürlenenler inanmayacaktı, direneceklerdi. Eh onların da üstesinden zaten geleceklerdi.
Akıncılar’dan, Kuleli’den, 66. Zırhlı Tugay’dan yollara düştüklerinde, kendilerini alkışlayan kitlelerle karşılaşacaklarını düşünüyorlardı, bundan eminim. Uluslararası sistem zaten hazırdı. İçeride buna göre pozisyon almakta olan siyasi partiler mevcuttu. Her şey tereyağından kıl çeker gibi olacaktı.
Ama öyle olmadı işte. Fanustakinden başka bir dünyanın da var olduğunu görmüş oldular böylece. Duvara tosladılar, hem de çok fena.