Üstünlük taslama, üstün ol!

Medeniyetlerin hakim zihniyet ve kültürler tarafından uzun zaman dilimlerinde oluşturulduklarını bilmekle birlikte, eski ya da yenileriyle bir kibir gösterisinin adı olarak kullanılmasına rıza gösteremediğim için, başta mefhumun kendisine soğuk durmamız gerektiğine inanıyorum.

Fertler olarak ölmek için doğduğumuz gibi, ümmetler, milletler, topluluklar olarak medeniyetleri de sanki tefessüh etmek üzere kuruyor gibiyiz. Örneğin “bizim medeniyetimiz” vurgusuyla kullandığımız medeniyet, bin üç yüz yıllık bir hayattan sonra geçtiğimiz asırda tefessüh etmiştir.

Bunu böyle kabullenmekle, bu geçmişle övünüp durmak arasında büyük bir fark olduğu gibi, tefessüh edenin yerine onunla aynı özden beslenen yeni bir medeniyeti inşa etme iddiası arasında büyük bir fark vardır.

Dan Diner, zikrettiğim hususu, (kültürcü bir bakışın kimi mahzurlarını içeriyor olsa da) şöyle açmaktadır:

“Maddi ve manevi en geniş anlamıyla kültüre baktığımızda, İslam dünyası kutsallıkla diğer tek tanrılı inanç dünyalarına göre çok daha yoğun iç içe geçmiş görünüyor. (…) Kutsallık, yaşama uygun kılınabilmesi için her defasında kültürel koşullara ve zamana göre biçimlendirilip düzenlenmesi gereken bir tür antropolojik enerji olarak kabul edilmelidir. Kutsalın kısmen dünyevileşmeye kadar varan bu düzenlenişi, yaşam deneyimlerinin sihirden arındırılmasını içeren uzun bir süreç halinde yürür ve genelde sekülerleşme ile ilişkilendirilir. Sekülerleşme süreçlerinde daha önce var olan ve merkezinden dışa doğru kutsallık yayılan yaşamsal bütünlerden ayrışmalar ve çeşitlenmeler doğar. Bütün iç ve dış, özel ve tüzel, dini ve dünyevi alanlara ayrışır. Tanrısal hükümranlık dünyevi, siyasi irade oluşumu süreçlerine ve birbirinden ayrılmış güç odaklarına dönüşür.

Sekülerleşme süreci kutsallığın kuşatılıp sınırlanmasına katkıda bulunur. Bu olmazsa, kutsallık her tarafı saracaktır; gündelik yaşamı, rutin işleri, iş hayatını, ahlakı, töreleri ve siyaseti. Siyaset alanında kutsallık, normal olarak çatışmaları düzenleyen önlemlerin işe yaramadığı olgular yaratabilmektedir.  Bunu yaparken, eylemde bulunan insanın fiziki varlığının sınırlarını aşmaktadır. İnsanlık mutlak bir sınır olarak kabul edilen biyolojik yaşam süresini aşmak, kutsallığın kendine özgü bir yanıdır. Bu dünyanın ötesine geçildiği anda kutsal zaman devreye girmektedir. Ve bunu yaparken dünyevi zamanı sildiğinden, kendine ait bir enerji ortaya çıkmaktadır.

Kutsal zamanın bu kendine has gücü, Müslüman dininin bir dışavurumu değildir. Gelişimine ket vurulmuş bir uygarlık olarak İslam dünyasının bazı kısımlarının kendini Batı’yla karşılaştırarak sürüklendiği narsist krizin bir sonucudur. Bu kriz, kendini her bakımdan üstün görme iddiası ile daha da derinleşmektedir.” (Mühürlenmiş Zaman – İslam Dünyasındaki Durgunluk Üzerine, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, çev.: Sabir Yücesoy, İstanbul 2011)

Bunlardan çıkarılacak sonuç, tefessüh etmiş bir medeniyete mensup olmanın bir travmayla değil sabırla karşılanması, yeni hakim medeniyetin (Batı medeniyetinin) gücü karşısında, “biz de geçmişte şöyleydik” türünden şişinmelerle zamanı boşa harcamaktan kaçınılması ve yeni bir medeniyeti inşa etmenin güçlülük gösterisiyle değil, ancak ve ancak hem maddi hem de manevi yönden güçlü olmakla mümkün olacağını bilmektir.

Osmanlı – Batı ilişkileri bir yana yaklaşık son bir asırdır Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı’yla ilişkilerindeki psikolojiye ve siyaseten karşılıklı olarak tam itilmeksizin makul bir mesafede duruluyor olmasına bakarak, üstünlük taslamadan üstün olmanın birçok somut (İslam dünyasının genelini temsil edebilen özel) örneğini ortaya çıkartabiliriz.

Türkiye’nin NATO’ya girişi, AB’ye başvurusu, Amerika ile ilişkilerindeki gerilim, yarım yüz yıldır AB kapısında bekletiliyor oluşu, Amerika’nın kendi denetimindeki teröristleri örgütleyerek Türkiye’yi güney sınırından kuşatmaya çalışması ve içinde bulunduğumuz Afrin Harekatı’yla ortaya çıkan yeni gerilimler, yeni çatışma noktaları da bize, üstünlük taslamadan üstün olmanın zorunluluğunu göstermektedir.

Netice olarak, Batı medeniyeti karşısında yeni bir medeniyetin inşa edilebilmesi için, maddi ve manevi hasletlerin İslam’ın şart koştuğu uyum – uygulama içinde yeniden yapılandırılması ve buna dayalı olarak, üstünlük taslamadan üstün olan güçlü bir ordunun kurulması acil bir öncelik hükmündedir.

Üstünlük bir parodi değil, asli bir nitelik haline geldiği gün, zaten hak edilmiş olunacaktır.