Uluslararası sistemi Kudüs’le sorgulayabiliriz

İsrail işgal ettiği topraklardaki mevcut nüfus nezdinde meşruiyetini kazanıp kazanmadığına bakmaksızın, daha coğrafi sınırlarının ne olduğu hususunda devlet olmanın en temel göstergelerinden birini çözememişken, kalkıp başkentini Kudüs olarak belirlemiş olmasına tüm dünyadan yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nin desteğine tanık olduk malumunuz olduğu üzere.

Amerika Birleşik Devletleri başkanının bu hamlesine neredeyse hiç destek gelmediğini de gördük bu süreçte. Suudi Arabistan gibi, Birleşik Arap Emirlikleri gibi, Mısır gibi eski pozisyonlarını kaybettikten sonra kendilerine yeni pozisyon arayan kukla rejimlere sahip birkaç devletin önü, Türkiye’nin İslam İşbirliği Teşkilatı dönem başkanı olmasının da bir getirisi olarak oluşan güçlü ses, söz ve eylem birliğinin sonucunda kesilmiş oldu.

Rusya, Çin ve Avrupa devletleri gibi merkezlerden de destek bulamayan bu başkent tanıma açıklaması sonrası bir dizi hamleler gördük. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ABD’nin Kudüs’ü ‘İsrail’in başkenti’ olarak tanıma ve büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararına karşı Filistin’in hazırladığı karar tasarısını görüşmek üzere toplandı. Amerika Birleşik Devletleri tasarıyı veto etti. 14 kabul oyuna karşı 1 ret oyu olduğunu da hatırlatalım. Türkiye’nin öncülüğünde hazırlanan, BMGK üyesi olması hasebi ile Mısır tarafından gündeme getirilen, “ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti kabul ettiği” kararın, Birleşmiş Milletler kararlarına aykırı olması sebebiyle “hukuken geçersiz” sayılmasını öngören tasarıya ilişkin yapılan oylamada Trump yönetimi dışında bütün ülkeler birlik içinde hareket etti. Bu BM Genel Kurulu sürecinin başlaması anlamına gelecekti.

Veto sonrasında, yine Türkiye’nin öncülüğünde, Türkiye ve Yemen önerisi ile benzer bir tasarı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na gelmiş oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm tehditlerine rağmen tasarı ezici bir çoğunlukla genel kuruldan geçmiş oldu.

Elbette ki, devletlerin yeryüzündeki ‘en üst otorite’ kabul edildiği bir sistemde Birleşmiş Milletler’deki tasarı kabulünün bir bağlayıcılığı yok. Bağlayıcılığı yok mevzuunun altını hassaten çizmek istiyorum. Ancak, bu kararın dünya devletleri ve dünya halkları nezdinde nasıl bir karşılığının olduğunun görülmesini önemli bulanlardanım. Dünya artık eskisi gibi değil.

Bu oylama esnasında Bosna Hersek’in tavrının ‘çekimser’ olması bir hayli gündem oluşturdu doğrusu. Öyle ya, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dostum dediği bir Cumhurbaşkanına sahip, Türk halkı tarafından son derece üst düzeyde kabul gören ve önemsenen bir devletin tavrının tasarının kabulü yönünde olması beklenirdi. Türkiye kamuoyunda kısa süren şaşkınlığın sonrasında gerçek anlaşılmış oldu. Üçlü bir yönetim sisteminin söz konusu olduğu Bosna Hersek’te Boşnak tarafının tek başına evet demesi bir şeyi değiştirmemişti.

Bosna Hersek örnekliğinden yola çıkarak konuşacağımız şeyler de aslında bizi uluslararası devletler sisteminin kokuşmuşluğuna çıkaracaktır.

1992-1996 yılları arasında Bosna Hersek topraklarında yaşanan bir savaşa tanıklık etti dünya. Öyle bir savaştı ki bu, yine Birleşmiş Milletler’in marifeti ile hiç de adil olmayan bir hüviyet kazanmış ve adeta Sırplara soykırım yapma hakkı Birleşmiş Milletler eliyle tanınmıştı. Tüm bunlara rağmen, adil olmayan koşulları bertaraf ederek, önce düzenli ordusunu kurup akabinde bu genç ordu ile sahada zaferler kazanmaya başlayan Boşnakları Srebrenitsa ile durdurmuş oldular. Srebrenitsa’da da yine Birleşmiş Milletlerin verdiği görevi icra etmekte olan Hollandalı askerleri görmüş olduk hep birlikte. Srebrenitsa ile zirveye ulaşan bu soykırım sonucunda Boşnaklar yine uluslararası sistemin dayattığı bir anlaşmaya mecbur kalmışlardı. İşte o anlaşmanın getirisi olan bu yeni devlet biçimi bugün hayati konularda dahi karar alamaz durumdadır.

Yugoslavya’ya dağılmasını öneren de, dağılan Yugoslavya mirasını reddeden de, Yugoslavya sonrası kurulan devletlerden bazılarını tanıyıp bazılarını tanımayan da, sonrasında ortaya çıkan çatışmalara, savaşlara, soykırımlara göz kapayan da, müdahil olmaya dair inisiyatif alması söz konusu olduğunda adaletli davranamayan da, aldığı inisiyatif sonrası ürettiği devlet tipini kadük üreten de, sorunları kökten çözmek yerine ‘kontrollü gerginlik’ stratejisi ile öteleyen de işte bu uluslararası sistem değil mi?

Anlatmaya çalıştığım şey şu, uluslararası sistem artık uzatmaları oynamaktadır. Önerdiği üst yapı fonksiyon icra edememektedir. Önerdiği devlet biçimleri bir uluslararası aktör olma hüviyetinden çok uzağa düşmektedir. Önerdiği anlaşmalar kadük kalmakta, fonksiyon icra edememekte, üzerinden henüz çeyrek asır geçmeden fiilen geçerliliğini yitirmektedir.

Aslında mesele şu,

Dünya Kudüslerini kaybetmemek için direnmektedir. Uluslararası sistem ise Kudüssüz bir dünya arzu etmektedir. Çünkü Kudüs, adını bizim koyduğumuz, barış, adalet, esenlik dendiğinde akla gelen, bir arada yaşamanın imkanlarını uhdesinde barındıran, bünyesinde yaşamakta olan birbirinden farklı halkların birbirleri ile temas halinde bulunduğu yerin adıdır. Kudüs, insanlık için başlı başına bir hayat önerisidir. Bu akıl ile ruhuna üflenmiş her şehir bizim için Kudüs’tür. Kudüs kimi zaman Saraybosna’dır, kimi zaman İstanbul.

Dünyanın acilen, insanlığa hayat önerisi sunacak devlet yapılarına ve bu devlet yapılarından müteşekkil beynelmilel bir sisteme ihtiyacı vardır ve bu mümkündür.