Terör ve hainlikteki eşgüdümün arkasında kim var

Ulus devlet düşüncesi ve uygulaması, Batılı güçlerin on dokuzuncu yüzyılda kendi çıkarları adına icat ettikleri en etkili şeydi.

1800’lerin ilk çeyreğinde Orta ve Güney Amerika’da on yedi ulus devleti kuruldu. Kimi kabilelerle, ideolojik grupların yaklaşık bir buçuk asır süren karşılıklı kıyımlarından sonra yapılan paylaşımda ise dokuz ulus devlet daha kuruldu.

Osmanlı’nın mirası üzerinden 1900’lü yıllarda Balkanlar, Kuzey ve Güney Karadeniz, Kuzey Afrika, Mezopotamya ve Arabistan yarımadasında; Asya – Pasifik bölgelerinde kurulan ulus devletler ise, buralarda dün bugüne kadar kaynatıla gelen cadı kazanının malzemeleri olarak herkesin malumudur.

Ulus devletler yoluyla kimi halklar, kavimler, kabileler, büyük aileler için özgürlük tatmini sağlanırken, devlet olma şartlarını haiz olmadıkları için kendilerini yönetemeyecek ve güvenliklerini sağlayamayacak olan bu yapılar, stratejik, ekonomik ve sosyal durumlarına göre derecelendirilerek asıl Batılı güçlerin kendi arasında paylaşılacaktı.

Nitekim böyle de oldu. Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya… bu devletleri layık gördükleri oranda demokratikleştirerek buralarda kurdukları kendi sömürü tezgahlarını işlettiler. Parlamento içi ve parlamento dışı muhalefetlerin dozunu kendi çıkarlarına göre ayarlayarak, ülke içindeki aktif grupları birbirleriyle dengelediler. Asya’nın büyük güçleri olarak Rusların ve Çin’in söz konusu devletlere Komünist / Sosyalist devrimi ihraç ederek nüfuz etmeye çalışmasının dışında önemli bir sorun yaşanmadığı gibi, bu husus da dünya dengesinin yeni iç işleyişine bağlanarak makulleştirilmeye çalışıldı.

Buraya kadar her şey iyiydi. Güney Amerika’daki kimi devlerle, İran, Mısır ve Türkiye’nin ulus devlet olarak yapılandırılmalarına rağmen, özellikle tarihlerinden kaynaklanan değer ve misyon nedeniyle Batılı güçlerin kendileri için çizdikleri siyasi ve moral sınırları aşma eğilimleri de zaten kontrol altında tutuluyordu.

Nitekim İran’ın İslam devrimi sonrasında ekonomik ve teknolojik ambargoya tabi tutulması, nükleer enerji kriziyle hedef tahtasına çekilmesi; Mısır’da halkın oylarıyla seçilmiş yerli iktidarın, askeri bir darbe ile yıkılarak yerine Amerikan güdümlü bir yönetimin kurulması, zikrettiğimiz cümleden “kontrol” esaslı girişimlerdi.

Bu bağlamda Türkiye’nin durumu ise daha özel bir nitelik taşıyor.

Çünkü NATO üyesi, AB ülkesi olmaya arzulu, halkı Müslüman ama yönetimi laik ve demokratik bir “ulus devlet” olarak Türkiye’nin diğerlerinden daha farklı kontrol edilmesi öngörülüyordu.

Bu doğrultuda, AK Parti’nin ilk iktidar yılından itibaren, İbrahim Karagül’ün kelimeleriyle “Gezi olaylarında Alman istihbaratının talimatıyla harekete geçen, 28 Şubat müdahalesinde İsrail istihbaratının talimatını uygulayan, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz’da ABD ve İsrail istihbaratının emirlerini yerine getiren” gruplar üretilmekle kalınmadı, PKK merkezli olarak yürütülen parlamento dışı muhalefet de parlamento içine taşınarak, terörün palazlandırılmasıyla, ihanetin iç işleyişi eşgüdümlü hale getirildi.

MİT Tırları meselesi bu eşgüdümün en net görüngülerinden biri olarak ortaya çıkarken, HDP, Meclis’in terör karşıtı ortak bildirilerine de imza koymayarak asıl niyetini ve tarafını açıkça göstermekten de geri durmadı.

Şırnak’ta teröre karşı yürütülen operasyonlarda bodrum katlarında sıkışan eli silahlı teröristlere insanca davranılması için kampanya yürüten bu gruplar, Diyarbakır’da hunharca katledilen Yasin Börü ile üç arkadaşının insan olduklarını hatırlamadıkları gibi başkaları tarafından hatırlatılmasında da tüm gayretleriyle engel olmaya çalıştılar.

Bugün Afrin Harekatı’yla geldiğimiz noktada ise, ihanette eşgüdümün kimi meslek ve sözüm ona aydın grupları tarafından nasıl işletilmeye çalışıldığına tanıklık ediyoruz.

Afrin’deki YPG/PKK teröristleri tarafından Hatay’ın Reyhanlı ilçesine atılan roketle şehit olan on yedi yaşındaki Fatma Alvar’ın cenaze törenini, “Uykusunda ölen liseli Fatma son yolculuğuna uğurlandı” şeklinde vererek teröristleri ve menfur eylemlerini saklayan Cumhuriyet gazetesinin kafa yapısını aynıyla taşıyan mezkur gruplar, bununla Batı’daki sahiplerine göz kırparak, ihanetteki eşgüdüme sadakatlerini beyan ediyorlar.

Sonuç olarak, Afrin Harekatı’nı eleştirmek, işleyişi hakkında itirazlar ileri sürmek, birilerince sandırılmaya çalışıldığı gibi, özgürce, insani haklar doğrultusunda gerçekleşen bir fiil değildir.

Bilakis, “örgütlenmiş ihanetin” eşgüdümlü tezahüründe bir süreklilik söz konusudur.

Yurt dışına kaçarak Almanya’ya sığınan Can Dündar ile Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi’nin elemanlarının ve Ömer Laçiner, Ömer Madra, Hasan Cemal, Murat Belge, Oya Baydar, İhsan Eliaçık, Gülriz Sururi, Sema Kaygusuz, Ece Temelkuran, Zülfü Livaneli… türünden “özel görevlilerin” arasında hiçbir fark yoktur. Bunların tamamı aynı merkezli bir eşgüdümün nesneleridir.

Arkalarında kimlerin olduğu ise, vizelerinden bellidir.