Karasakal Hoca, camiyi hevesle doldurmuş ve zinde gözlerle kendisini izleyen cemaati süzdükten sonra, yörük ağzına mahsus bir nağmeyle şöyle dedi: “Ülen, telefon defterinizde nice doktorun, tamircinin, sütçünün, tüpçünün telefon numaraları vardır da, tek bir hocanın numarası yoktur köftehorlar.” Çocukken dinlediğim bu vaazı hiç unutmadım.
Hoca erişilebilir olmayı istiyordu. Belki biraz daha fazlasını: Cemaat, hayatlarında hocalara yer açsın, onların rehberliğine baş vursun, fetva sorsun, dua istesin, akıl danışsın… Kısaca, bir ya da bir kaç hocanın hayatıyla hayatını kesiştirsin.
Babamın telefon defteri, Hoca’nın beğeneceği türden, çeşit çeşit hoca ismi ve numarasıyla doluydu. Her bir hocanın kendine mahsus bir tavrı olduğunu görüyordum. Kimi mesafeli, kimi konuşkan, kimi mehabetli, kimi şakacı. Alim kimselerdi. Aralarında Bağdat’ta okuyan da vardı, Konya’nın dağ medreselerinden mezun ya da İlahiyat bitirmiş olan da. İktisat okumuş olan ve kendisinde herhangi bir hocalık olmayan babam, pek bir ayrım yapmadan hepsini birden sever sayardı. Her birinin ismi, cismi bir biçimde dönüşümlü olarak hayatımıza girerdi. Bazıları düzenli olarak dükkanımıza uğrar, bazılarının evlerine biz giderdik. Onların ziyaret edilmediği bir bayram eksik, onlarsız bir yemek daveti biçimsizdi.
Bu hocalar, belli bir cemaatin hocaları da değillerdi. Bugünden bakınca garip geliyor ama her biri bağlantısız, tek tabanca, cami cemaatinin hepsine birden seslenme kabiliyetine sahip kimselerdi. Bir iltisakı olan babam, herhangi bir mensubiyet davası olmayan bu hocaların tamamına birden kulak verebiliyordu. Çünkü hocaların tamamı, birbirini nakzeden değil, tamamlayan bir müfredatla konuşuyorlardı. Bin senelik, işlene işlene olgunlaşmış bir nâtıka devredeydi. En çok da Kütüb-i Sitte, İhya, İbn Kesir, Berîka, Mesnevi gibi ortak kaynaklara atıflarda bulunulurdu. Her birinin sohbetinde sahabe öyküleri kadar evliya menkıbelerine de yer vardı. Fetvalar kara kaplı kitaplara bakılarak verilir, Türkçe ya da Arapça şiirlerle nefes alınırdı. Karasakal Hoca’dan büyük hadisçi Necati Hoca’ya, Ali Rıza Hoca’dan Bağdatlı Ali Hoca’ya, Hadimli müderris Mehmet Hoca’ya, Buharalı Hoca’ya kadar, babamın hocaları bunca çeşitliliğe rağmen, onun kafasını hiç karıştırmazlardı. Birinden öğrendiği, diğerinden bellediğini yalanlamazdı.
Onlarla münasebet sadece bilgi için değil, görgü için de kurulurdu. Hepsinde birden izleme fırsatı bulacağımız bir üslup, bir stil vardı. Bunu da şöyle tarif edebilirim: Kucaklayıcı, babacan, mütebessim ama vakur, mesafeli, kitabi. Dünyevi meşgalelerin, senetlerin, bankaların, siyasetin dertleriyle hemhal bir cemaate, kendi “uzak” gündemlerini, ama yine ilgi çekecek ve kavrayacak biçimde anlatırlardı: Bir kitapta rastladıkları bir rivayetin şaşırtıcılığı, filanca alimin huysuz eşiyle yaşadıkları, bir ayetin tefsirinde tevafuk ettikleri yeni bir nükte.
Birer star değillerdi. Geçim sıkıntısı çeken, çocuklarıyla sorunlar yaşayabilen, her yaz sonu köylerinden pekmez, çökelek, ceviz getiren kimselerdi. Ama sahiciydiler. Sözleri güven verirdi. İlginçlik peşinde koşmazlar, kafa karıştırmaz, gönül bulandırmazlardı. Varsa bile kendi aralarındaki ilmi ihtilaflardan, cemaatin haberi olmazdı. Bir bütün olarak ilim müessesesine, geleneğe, kitaba itimadı sarsmazlardı.
Geçen gün bir hocam, kendi çocukluğunun hocalarını anlatmaya başladı. İmam-hatip talebesiymiş ve Fatih Camii’ne ezber yapmaya gidiyormuş. “İmam odasından hocaların bir çıkışı vardı, bakmaya doyamazdın” dedi. “Elde sarılmış o sarıklar, yere kadar inen siyah cübbeler, cesametli bedenler… heybetle mihraba bir geçerlerdi ki görmeliydin” dedi. O sırada, bir hocanın nasıl bir çocuğun kahramanı haline gelebileceğini gördüm. Aynı hocam, bayramda ziyaret ettikleri hocaları da anlattı. O anlattıkça, her bir hocanın oturuşu, susuşu, sakalını tarayışı gibi, bir çocuğun dikkatini meşgul eden meselelerin tamamının nasıl birer sevimlilik kazandığını müşahede ettim.
Ekrandaki hocalar da hocadır, amenna. Andığımız türden, istikamet sahibi hocaları ekranda dinledikçe elbette öğreniyoruz, yetişiyoruz, göneniyoruz. Ama hayatımızın, bir ilim talebesi olmamıza gerek olmadan, bir ya da bir kaç alimin hayatıyla kesişecek şekilde düzenlenmesi bambaşka bir anlam taşıyor.
Bir örnek: Ekrandaki hoca belli bir soyutluk halesi içinde konuşur: Stardır, erişilmezdir, genelleyerek konuşmak zorundadır. Bu “uzaktaki” hocayla münasebet, izleyenlerin de katıldığı, böylece onları da yükümlü tutan bir ilişki olmaktan uzaktır. Ekrandaki hocayı, anlattığı ne kadar ulvi olsa da, çekyata uzanarak dinleyebilirsin. Oysa karşındaki, somut, kanlı canlı hocayı dinlemek belli bir adap içerisinde olur. Hakiki hürmet, somut ilişki içinde sınanan ve pekişen bir şeydir. Ve bu adap, hayata ve imana asıl istikametini veren şeydir. O hocayla kurulan hürmet ilişkisi, bizi ucu Allah Resulü’nün (sav) makamına duyulan hürmete biz farkında olmasak da bitiştirir.
Hanımlar bahsini açacak fırsat bulamadım. Ama orada da benzeri bazı şahsiyetlerin olduğuna şahit oldum. Validem ve çevresinin, “Ahret Anne” tabir ettikleri bir veliye kadın örneğinde olduğu gibi.
Telefon rehberlerimizi bir daha kontrol edelim: Arayıp bir fetvayı danışabildiğimiz, bir hayır duasına müracaat edebildiğimiz, çocuğumuzun kulağına ezan okuması için davet edebildiğimiz, dükkanımıza uğrayan, bayramda uğradığımız, bize kitap tavsiye eden kaç hoca var?