Roni’yle kısa bir aramadan sonra bulduğumuz dergahtayız işte: Asım Vokşi Caddesi, 18 numara. Kapının önü yıkanmış diye hatırlıyorum şimdi. Öyle değilse şayet, sevdiği bütün evleri ve sokakları biraz ıslak hatırlayan hafızam beni yanıltıyor olabilir.
Cümle kapısının sağında bir türbe var. Türbenin ahşap işi mükemmel tavanı, yer yer akmış yağmur suyuyla bereli. Nefesimi tutup gözümü cama dayıyorum. Yerde altı şeyh ve dervişin kabirleri üstünde asılı on iki imam isimleri, sancak-ı şerif, bir sanduka üzerine serili yorgun bir kemer ve temizlik ve loşluk… Her şeyin yerli yerinde olduğu bir türbe.
“İstanbul’dan geldim.” Dünyanın yarısından çoğunda büyü etkisi yapan bir cümledir bu. Ama hele buralarda, Balkanlar’da, bu bir cümleden ötesidir artık: Hatıraları hatıralara, kalpleri kalplere, kaderleri kaderlere, şehirleri şehirlerin ecesine bağlayan bir paroladır. Artık aramızdan biri değil, hepimiz birden İstanbulluyuzdur, hep birlikte Mehlika Sultan’a aşık yedi gencizdir.
“Şeyhim, hele bir oturun! Anlatacaklarım var.” Şeyh Efendi heyecandan oturamıyor. Yetmiş iki yaşındaki Kosovalı şeyh, doğal çevikliğine, beklenmedik misafirlerini görünce üstüne hücum eden bir canlılığı da ekleyince, yerinde duramıyor. Sırasıyla çikolata, su, çikolata, kahve, meyve suyu, çilek, çikolata ikram edip duruyor.
Burası, seneler evvel üzerinde bir miktar çalıştığım, hakkında bir tebliğ yazdığım bir dergah: Anadolu ve Balkanlar’daki, Osmanlı görmüş son Şazelî dergahı. Bir kaç parça arşiv belgesi, üç-beş rivayet üzerinden izini sürdüğüm, küçük bir Balkan kasabasında yer alan, kasabadakilerin bile unuttuğu bir yadigâr. Üzerinde çalışırken, zihnimdeki Borges’vari kurgu, bana şöyle hissettirmişti uzun süre: Aslında böyle bir yer yoktu ve sanki ben elime geçen bilgi kırıntılarını bir bulmacanın parçaları gibi birleştirdikçe, bu mekan dünyada bir yer kaplamaya başlıyordu.
Ama şimdi, işte bu sabah vaktinde içindeyim.
Çantamdaki, arşivlerde bulduğum Osmanlı belgelerinin kopyalarını kendilerine vermek istiyorum. Yarım kalmış bir işi tamamlamak için oraya gelmiş gibi hissediyorum kendimi. Şimdilerde son on kişilik yaşlı derviş kadrosuyla, zahmetle soluk alıp veren bu tekke, o vakitler Devlet-i Al-i Osman’ın dikkat sahasına girmiş, girmekle kalmayıp, tekkenin o zamanlarki şeyhinin bazı “küçük ve şahsi” işlerinin (Oğlu Murtaza’nın memuriyeti, diğer oğlu Musa’nın Ziraat Mektebi’ne kaydı vb) halline dair bir özene de konu olmuş. İstiyorum ki, İstanbul’da kendilerini bir zamanlar düşünen bir takım insanlar vardı, bunu bilsinler. Ve istiyorum ki, böyle bazıları hala var, bunu da bilsinler.
Elimdeki Osmanlıca belgelere büyülenmiş bakıyorlar. Şeyhin, on sekiz yaşındayken Sırpların eline düşmüş ve üç sene işkence altında hapis hayatı yaşamış oğlu Esad’ı mutlu ediyor bu belgeler. (Oğlu Esad’ın çektiği işkencelerden şöyle bir cümleyle bahsediverdiği anda gözlerindeki nemi gizlemeye çalışıyor Şeyh.) “Bunları götürüp …’a göstereceğim” diyor, “görsün belge nasıl olur.” O anda orada olmayı ve Esad bu hesaplaşmayla kim bilir hangi yarasını bir nebze sararken onu izlemeyi nasıl isterdim.
Şeyh ailesi nesillerdir saatçilik yapıyor. Zaman zaman yüzüme, aksayan bir saat zembereğini izler gibi, zihnindeki sorularına cevaplar arayarak dikkatle bakıyor şeyh: Gerçek miyim, orada mıyım, orayı nasıl buldum… kimim?
Arapça, Türkçe levhalar var duvarlarda: Ayetler, beyitler, öğütler. Bir levha getiriyorlar, bir şiir yazılı. 1850’lerde, oradan geçen bir Osmanlı subayı, kim bilir hangi saikle, tekkenin şeyhlerine atıflar da içeren bir tarih kaydı düşmüş şiirde. Onu okumamı istiyorlar. O sırada zihnimde aradığım cümleyi bulmuş gibi oluyorum: Muhtemelen tekkenin dervişanından olan bir Osmanlı zabitine ait bu Türkçe şiir, Kosova’daki bu tekkenin duvarında, senelerdir okunmayı bekliyor. İşte bizim hayatımız. İşte bizim hayatımız: Derviş askerlerin, Balkanlarda bıraktıkları, yüz senedir okunmayı bekleyen Türkçe bir şiir.
Muhtemeldir ki ileride posta oturacak olan Esad, “Size bir Şazeli kahvesi yapayım” diye kalkıyor bir ara. Şeyh Efendi, Hizbü’l-Bahr’dan bir parça okuyor. Çok derinde, gündelik hay huyun ve küçük hesapların erişemeyeceği derinlikte bir yerde, bir vakitler durmuş bir saatin sanki çalışmaya başladığını duyuyoruz birlikte.
Üç saatin sonunda, içlerimizi yüksek ideallere sadakatle, yalancı dünyayı reddedişle, büyük kardeşlikle, hamdü sena ile dolduran dergahtan ayrılıyoruz. Yanımda güzel kalpli, Müslüman, derviş Roni ile iki sokak boyunca el sallayarak geri geri gitmek zorunda kalıyoruz. Çünkü ev sahiplerimiz bizi iki sokak boyunca el sallayarak uğurluyorlar. Evet, diyorum, yüz elli sene önce de tastamam böyle olmuştu. Buralardan böyle gözümüz arkadan çekilirken, siz de ardımızdan el sallıyor ve soruyordunuz: Tekrar ne zaman görüşeceğiz?