Eğitim sistemi çok parçalı. Eğitimle her geçen zaman insanı bütünden kopararak bir alt parçaya doğru itiyor. Zaman geçtikçe daralıyor insan. Ve ennihayetinde kendi dar alanının uzmanı haline geliyor. Tabi diğer tüm alanların cahili olma pahasına. Son tahlilde hangi bütünün bir parçası olduğunu da unutuyor hangi parçalardan oluşan bir bütün olduğunu da…
Ana hatlarıyla sorun burada. Bilmeye, bilinenlerle âmil olma, âmil olunanla olmaya dair çıkılması gereken yolculuk, daha niyet aşamasında sona eriyor ve belki de en fazla ilk durakta dağılmış oluyoruz. Yol ne, yolculuk ne anlama geliyor, seyahat etmekte olduğumuz bu araç kimin, hangi yolu izlemek gerekiyor, neden bu durakta duruyoruz, menzil neresi, yol arkadaşlarımız kim, neden gidiyoruz… Bir sürü soru işte. Öylece duruyor ulu orta.
Bütün bu tablonun içerisinden, büyük bir gayretle, takdir edilesi bir sabırla, bir hayale yaslanarak, üstelik öğrenilmiş modern usulleri mümkün olduğu kadar bir kenarda tutarak ilmin peşine düşmüş insanlar gördükçe umutlanıyor insan. Gerçekten büyük bir hadise bu, bir çeşit meydan okuma.
Bakın dört başı mamur bir durumdan söz etmiyorum. İlla ki eksik bir süreç de olsa bir başka çabayı gözler önüne sermek niyetindeyim.
Sonra her şey değişmeye başlıyor. Giyimden yeme içmeye, ortam değişiminden sohbet halkalarına, hayata bakıştan olan biteni yorumlamaya kadar birçok usul gelişiveriyor. Bir benzeşme sürecine giriliyor yani.
Fakat bildikçe bilmediğinin farkına varan bilmediğinin farkına vardıkça kendisine bilmediği öğretilen bir varlığa dönüşen yolculuğun daha başlangıç safhasındayken bildiklerimiz celladımız oluveriyor.
Benzeşme süreci beraberinde yabancılaşmayı da getiriyor. Kalın duvarlarla örülü güvenli bir alan icat ediliyor. Kendi içinde üretip kendi içinde ürettiği ile geçinen bu yapının tesisi belli bir aşamaya kadar iş de görüyor. Bu çok kıymetli tat yerini kekremsi bir tada bırakana kadar her şey gayet güzel gidiyor.
Buna benzer bir şekilde onlarca, yüzlerce, binlerce ortam düşünün. Zamanın ruhuna sirayet etmeksizin yapılan yolculuk kısır bir döngüye itiyor insanı.
Herkes kendi içinde bir iklim oluşturup bu iklimin gerektirdiği biçimde yaşam kurguladığı için bir diğer iklim ile temas imkânı da kalmıyor. Çünkü bir diğer iklimde yaşayamayacağına dair kanaat yaygın hale geliyor. Bir diğer iklimde olanın da başkalaşmaksızın bu iklime dâhil olmasının da imkânsızlığı fark edilmiş oluyor böylelikle.
Bu kadarıyla kalsa yine iyi…
Kabuğunu kırma, örülen duvarı yıkma, bariyerleri kaldırma ihtiyacı insanın içerisinde daima olan bir şeydir. Bu arzu gittikçe bir şehvete dönüşüyor ve insan kendisini hapsettiği kozadan dışarıya çıkmanın yollarını aramaya başlıyor.
Tam da bu noktada, modern zamanlar insana bir olanak da takdim ediyor; görünür alan.
Birdenbire kazanımlarını yedekleyerek görünür alana çıkıyor insan. Kendi durduğu yerden gördüğü şeyi mutlaklaştırarak görünür alanda heybe boşaltım sürecine giriyor böylece. Sosyal medya, televizyon ekranları bunun için inanılmaz ortamlar. Bir anlamda da yüzleşme süreci. Lakin görünür alana çıkan herkesin bir derdi var; ötekini kendi inandığı şeye inandırmak.
O ekran senin bu platform benim, o konferans bu salon derken heybe boşaldıkça boşalıyor ve geriye tatmini imkânsız bir şehvet kalıyor. Her ne pahasına olursa olsun kaybedilmemesi gereken bir sürece giriyor neticede. Tıpkı ilerlemeci bakış açısının açtığı yara gibi kaybetmek/kazanmak ikileminde boğucu, yok edici bir zaman üretiliveriyor. İşin kötü yanı bunun kimse farkında bile olamıyor.
Eldeki son silaha sarılarak hayatta kalma zorunluluğu bütün kazanımların üzerine kireç dökerek nihayetlenecek bir savaştır aslında. Çünkü eldeki o son silah tekfirden başka bir şey değildir.
Öyle bir noktaya geliniyor ki, yapabildiği en iyi şey ‘tekfir’ olanlar, kötü olan ne kadar şey varsa hepsine davetiye çıkartmış oluyorlar.
Gittikçe müesseseleşen tekfir mekanizması görünür alandakilerin sadece görünür kalarak sahneleyebildikleri bir oyuna dönüşüyor. Oyunun adı; Tekfir Forever!
Ne gariptir ki bu salon bizim salonumuz, bu koltuklarda biz oturuyoruz. Lakin sahne bize ait bir sahne değil. Ve işin tuhaf yanı, sahnelenmekte olan oyun da oyunu sahneye koyanlar da oyuna gönüllü olanlar da bize ait değiller.
Önüne gelen her fırsatta Anadolu insanından, Anadolu irfanından, medeniyetten, tarihimizden bahsedenler bu insanlar olmasına rağmen ortaya konan performans tam bir yabancılaşma ve başkalaşma hikâyesi.
Şimdi yazının başına dönecek olursak, güç bela, mengenenin bulabildiğimiz boşluklarından kafamızı çıkartarak aldığımız nefesle üretebildiğimiz yaşam alanlarımız elimizden kayıp gitmekte. Çok şey bilip bildiği ile amel etmeme hali bilmediklerimizden bizi habersiz kılıyor ve bilmediklerimizle aramıza yüksek ve aşılması güç duvarlar örüyor. Heybemize yeni şeyler koymaksızın heybemizde olanları harcaya harcaya geldiğimiz bu noktada kendi kuyruğundan kendi kendimize yakalanarak kendimizi tüketme yoluna girmiş bulunuyoruz.
Bu yol yol değil vesselam. Bize başka bir usul gerekiyor. Bunun için tekrar tekrar işin en başına dönmemiz ve her birimiz teker teker ve son tahlilde topyekûn el-emin olabilmek için ümmileşmemiz icap ediyor. Ümmileşmenin ilk koşulu da ilk ayete müracaatla mümkün gibi görünüyor; okuyarak; olan biteni, hayatı, tanığı olduğumuz her şeyi, başını, sonunu, önünü, arkasını… Ferasetle, basiretle, metanetle ve adaletle okuyarak… Çünkü okuyamazsak öleceğiz.