“Hani insanın bazen canı sıkılır, hevesi kaçar ya. Öyle zamanlarda çıkıyorum, Aksa’ya gidiyorum. Oradaki taşlara dokunuyorum, taşları seviyorum ellerimle. İnan, hiçbir şeyim kalmıyor.” Yıllardır Kudüs nöbeti tutan Musa Hicazi söylüyor bunları. Sanki on beşli yaşlarının heyheyli günlerini sürüyor gibi, sanki acemiliğini atmamış bir Kudüs gezginiymiş gibi, şaşırtıcı bir heyecanla söylüyor üstelik. Oysa altmışlı yaşlarında bir Kudüslü o. Üstelik, kadim Kudüs içinde, Mescid-i Aksa’nın en yakınındaki sayılı evlerden birinde, yani seveceği taşları özlemesini gerektirmeyen bir yakınlıkta mukim.
Bir şehri sevmeye nereden başlanır? Ya da bir şehri sevdiğinizi, o şehrin daha nesini severek kanıtlayabilirsiniz? Musa Abi, taşına kadar seviyor Kudüs’ü. O, ideolojik ve siyasi bir kurguyu değil, bir tartışma odağını ya da yorgun bir modern imgeyi değil, hakikaten Kudüs’ün kendisini seviyor. Bu şehri ideolojik koşullanmalarla sevmiş olsaydı bu kadar mukavemetli bir sevgiye ulaşamazdı. İşte bu sebeple, tartışmaların bittiği yerde, çatışmaların söndüğü yerde, gezginlerin evlerine çekildiği yerde, barış masalarının kurulduğu yerde, o kritik ve artık süngülerin düştüğü sınırda, onun sevgisi harından bir şey kaybetmeden tütüyor olacak.
Bir şehri taşına kadar sevmeyi beceren bir kimsenin elinden o şehri alamazsınız. O, gücünü sevgisindeki akıldışılıktan alır. Onu ikna etmeye, onunla uzlaşmaya çalışmak beyhudedir. Çünkü sevgisi, her türden izah çabasını mahcup kılacak bir şiddette seyretmektedir. Bir şehri sevmek için üretilegelen onlarca gerekçeye ihtiyaç duymayan, “taşını seviyorum ulan” diyen birinden şehrini teslim almak üzre hangi müzakereyi tasarlayabilirsiniz ki? Onu nasıl yatıştırabilir, nasıl vazgeçirebilir, ondan nasıl bir hain çıkartabilirsiniz ki? Siz onu iknaya çalışırken, onun yüzünüze çarparak çıktığı kapının sesi, taşıdığı sevginin ölçülebilir bir şiddetini söylüyor olmayacak mıdır?
Memleketimiz dediğimiz, köyümüz dediğimiz yanları, yöreleri bir düşünelim. Birçoğu, bizim gözümüzle bakmayanların eciş bücüş bulacakları türden yerlerdir. Ama hayret, onun sıvasız evleri, çamurlu sokakları, yorgun duvarları yine de bizimle sevgimizin arasına giremez.
Kudüs taşa bir güzelleme gibidir. Taş evlerini, taştan sokaklarını, taşın yumuşayarak aldığı biçimleri, adeta taşın aktığı Kayıtbay Sebili’ni geçiyorum, Kudüs anlamını bir (sayıyla 1) taştan alır. Yahudiliğe göre, Allah’ın arşından fırlattığı o “muallak taşı”, dünyanın yaratılışını buradan başlatır. Miraç bu taşın üzerinden gerçekleşir, Kubbetü’s-Sahra bu taşı gölgeler. Mukaddes Mescid-i Aksa alanının kalbinde yine bu taş bulunur. Aksa’daki yer altı camilerini oluşturan Mervani ve Kadim Aksa Mescitleri, taşın çıplak güzelliğini duyurmak istercesine, bütün tezyini müdahaleleri reddetmiş gibi, yalın, saf ve boştur. Duvarlarda sadece, tıpkı kaderin ele gelmezliğini izler gibi, taşın bin yıllar içinde aldığı düzensiz tavırları izlersiniz. Gelip geçmiş, yıkılıp gitmiş insanoğlunun o kerpiçten bedenine mukabil, taş, kutsalın dayanıklı ve kadim maddesi gibidir.
Burada taş niçin bu kadar etkileyicidir? Burası, topraktan yaratılan insanın, akrabası olan taşı karşıladığı, anladığı, yorumladığı yerdir. Fanilikle bakiliğin çakıştığı, hesaplaştığı yerdir burası. Burada insanın her türden müdahalesi taşın önünde söner, geçicilikle dolar ve taşın ayakları dibine serilir. Binlerce sene boyunca, onlarca muktedirin gelip geçtiği, yıkıp inşa ettiği bu şehir, “gökte yapılmış”lığıyla, beşerin hamlelerini olgunlukla savuşturmuş değil midir?
Kudüs, kendisini inşa edenlere, yine bağrından çıkardığı öz maddesini, taşı bağışlayarak, kendi kendisini inşa ettirmiştir. O yüzden Kudüs’ün içinden çıkan bu taşlar, Kudüs’ün dışını oluşturur. Kudüs’ün o yüzden altı da, üstü de Kudüs’tür.
Cemaat burada namaz vakitlerinde, Mescid-i Aksa’nın dışındaki açık alanlarda da saf tutuyor. Yüz kırk dört dönümlük bu muazzam büyüklükteki açık hava camiinde, taştan seccadelerin üzerinde namazlar kılınıyor. Her seferinde farklı ebattaki, farklı bir tarihe ait olması muhtemel taşın üzerinde alınlar secdeye gidiyor. Zayıf, hem de pek zayıf olan insanoğlu, narin alnıyla, taşın yalçın gerçekliğini yokluyor. İçi sorularla, cevaplarla, akıllarla, fikirlerle dolu kafatascığını, şahsi seçimlerini, değişmez bir hakikatin sunağında kurban ediyor gibi, suskun ve metin olan taşın üzerine koyuyor.
Dünyadaki bütün anlatıların odağındaki hatırı sayılır kahramanlardan biri olan bu kadim şehirde, taş üzerine günlerce düşünebilirsiniz gibi gelir size. Aslında düşünme kelimesindeki netamenin farkındayım. Bu yüzden temaşa (contemplation) demeyi tercih mi etmeli yoksa? Toprağı bol olsun, Gaston Bachelard burada taşın temaşacısını öylece bekleyen sabrını ve olgunluğunu görseydi, onun da bir poetikasını kaleme alırdı.