Yıl 1937, aylardan Nisan…
Çiçeği burnundaki Türkiye’nin, milli şef unvanıyla tek zalimi olmaya hazırlanan Başvekil İsmet İnönü, Yugoslavya’ya resmi bir ziyarette bulunur.
Bosna-Hersek, Yugoslavya’ya bağlı ve yabancı devlet adamlarının, üç büyük dinin sembollerini bünyesinde toplayan Saraybosna’yı ziyaretleri teamül olarak sürmektedir.
İnönü de bu teamüle uyarak, gider Saraybosna’ya.
Hristiyanlarla Yahudilerin dini mekanlarını ziyaret ettikten sonra Gazi Hüsrev camii-külliyesine yönelir.
Gelen Osmanlı paşası (ya da yeni emir) olduğundan Bosna-Hersek’de ne kadar Müslüman varsa alanları, caddeleri, sokakları doldurmuşlardır.
Tanıkların rivayetlerine göre, o izdihamda İnönü, beş dakikalık yolu, bir saatte ancak yürür.
Bosna-Hersekliler beklerler ki, İnönü, Gazi Hüsrev camiinde secde ettikten sonra, eli kulağında bulunan Tito zulmüne dair koruyucu, kollayıcı birkaç kelam etsin, gündelik hayata ve geleceğe dair umut taşıyan birkaç cümle kursun.
Ama umdukları gibi çıkmaz. İnönü, zar zor girebildiği cami avlusundan, arkasına bakmadan hışımla kaçar…
Kaçış o kaçış… Herkes arkasından baka kalır.
Neden kaçmıştır İnönü?
Öncelikle tarihinden kaçmıştır. Çünkü İbn Haldun’un coğrafya için söylediği şey tarih için de geçerlidir: Tarih bir kaderdir. Kader ise yerine getirilen ve getirilmeyen sorumlulukları içkindir.
Oysaki İnönü, İngilizlerin Lozan’daki tekliflerine hiçbir itirazda bulunmaksızın kavuk sallayan bir paşadır.
Nedir İngilizlerin teklifi?
Bir daha imparatorluk olmaya kalkışmayacak, yıkılan imparatorluğun mirasından asla ve asla yeni bir hak iddiasında bulunmayacaksın, sana verilenlerle yetineceksin!
İmparatorluğu tüm unsurları ve o unsurların inançları yönünden de reddedeceksin; İslam’a vaziyet eden, onu sınırlandıran, baskı altına alan, olabildiğince sulandıran ve tahrif eden, ancak çok gerekli hallerde istismar etmek üzere ona başvuran bir küçücük devlet olarak kalacaksın!
Hem bunlara uygun ne güzel bir devletçik kurulmuştu; içeride baskıyla hükmetmeye çalışsa da, dışarıya karşı şiarı “Cihanda sulh”tu. İmparatorluktan bir bakiye değil, bilakis yedi düvele karşı savaşılarak kurulmuş bir devlet olmakla Osmanlı’ya küçücük bir minnet borcu bile yoktu. O savaşta kullandığı asker, top, tüfek… de birkaç yeni kahraman tarafından gökten zembille indirilmişti. Her yaştan “On yılda on beş milyon genç yaratma” efsaneleriyle afyonladığı halkı ne güzel de sömürerek güdüyordu.
İnönü, Gazi Hüsrev’in avlusunda, Lozan’da canla başla benimsediği bu İngiliz tembihlerini hatırlamış, mini mini, şipşirin devletin rakipsiz tek yöneticisi olarak kendi tarihinden ve dolayısıyla kendi kaderinden kaçamayacağını anladığı için onun zıddını çok ağır bir hakikat olarak ortaya koyan görüngüler karşısında korkuya düşüp, hışımla kaçmıştı.
İnönü orada biraz fazla durabilse, İmparatorluğu yıkmakla kalmayıp onun mirasını reddetmekle, milyonlarca insanı nasıl yetimleştirdiğini, mekanları hoyratça terk etmekle, gerçekte neleri terk ettiğini düşünmek zorunda kalacaktı. O insanları imparatorluk güvencesiyle orada mukim kılarken, Anadolu’ndan getirip yerleştirirken verilen savaşları, dökülen kanları, sarf edilen imkanları hatırlayacaktı İnönü.
Kemal Tahir’in söyleyişiyle, bir bakkal dükkanının bile tasfiyesi yıllarca sürerken, bunları Lozan’da bir çırpıda feda edişinin hesabından kendisinin asla ve asla kurtulamayacağını anlardı.
Aslında her şeyi anladı İnönü. En büyük korkusu anladığını anlamasıydı. Bu ihtimali ortadan kaldırmak, yok saymak adına arkasına bile bakmadan kaçmıştı Saraybosna’dan.
İnönü kaçtı ama günü geldiğinde vicdan sahipleri kaçmadı, kaçamadı.
Hem nasıl kaçsınlardı, batı Kudüs’te geçerken uğradıkları mücevher dükkanındaki bir ihtiyar Yahudi’nin bile “İstanbul’dan mı geldiniz” diye sorarken, gözleri sanki bir yitiğini bulmuşçasına ya da kendi yitikliğini beyan edercesine, dinmeyen bir hasretin can çekişen ışıltılarıyla bakıyordu.
Toledo’dan, Hiva’ya, Marakeş’ten Kalküta’ya, Akmescit’ten, San’a’ya, Kudüs’ten, Hartum’a, İsfahan’dan Sebha’ya, Aşkabat’tan Kalküta’ya… Osmanlı’nın sahip olduğu veya temsil ettiği değerlerle iletişimde, etkileşimde bulunduğu hangi şehre uğrarsanız uğrayınız, adınız Osmanlı torunu oluyordu.
Bu kaçınamayışla, saklanamayışla, unutulamayışla birlikte geldi Osmanlı’nın hayalini kurma suçlamaları.
“Suçlamaları” diyorum çünkü İnönü’nün Kemalist torunları, seksen küsur yıldır ülkeyi yönetmelerine, her duruma vaziyet etmelerine rağmen bu oluşumların korkusuyla hop oturup hop kalkıyorlardı. İktidar olmalarına rağmen, bu korku yüzünden muktedir olamıyorlar, meşruiyet kazanamıyorlardı.
Telaş içinde İngiltere’ye, ABD’ye, Fransa’ya, Almanya’ya koştular. Ecnebi saraylarında diz çöküp, feryat ederek, Anadolu’da Osmanlı hayallerinin yeniden canlandığını, Batılıları temsil etme haklarının ellerinden alınmak üzere olduğunu yana yakıla haber verdiler.
Recep Tayyip Erdoğan’ın adı, Osmanlı hayallerini başlatan ve güçlendiren bir ad olarak Batı’nın kara tahtasına yazıldı böylece ve Batı medyasının kameraları ardı arkası gelmeyen, zerre kadar insaf, vicdan, ahlak içermeyen kurgulanmış yalanları hikaye etmeye başladı; flaşları daima bir büyük tehlikeyi haber vermek üzere patladı.
İşte bugünlere geldik gele gele.
Halen Osmanlı mirasını paylaşma savaşının yürürlükte olduğu Bereketli Hilal’de, Türkiye’yi ilgili pazarlıkların dışında tutma yönünde Batı beslemesi örgütlere ihale edilen terör eylemleri, içimizde veya sınır boylarımızda başlatıldı ve sürdürülüyor.
Tarih kaderdir demiştik. Tersinden de düzünden de bu böyledir. Batı için Osmanlı’yı batırmanın suçu olarak beliren o kader, bizler için yitirilen Osmanlı coğrafyasında uğranılan zulümlerin hatırlanmasını, hesabının zamana yayılarak sorulma düşüncesini beraberinde getiriyor.
Elbette, olan olmuş, biten bitmiş. Bu manada kimsenin toprağında gözümüz yok.
Ama değil mi ki, tarih kaderdir.
O halde, kaderden kaçmanın imkan ve ihtimali de yoktur.