“Suriye’den gelenler Suriyeli değil Suriyesizdir. Suriyesiz kaldıkları için Türkiye’deler. Suriyesizlikten daha kötüsü Türkiyesizliktir” diye yazmışım 4 yıl kadar evvel. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Prof. Dr. Abdulhamit Kırmızı’nın kullandığı bir kavramdı “Suriyesizlik”. Sonrasında birkaç defa daha kullanımına tanık olduğumu hatırlıyorum. Sonuncusunu ise Sayın Cumhurbaşkanımızın eşi Emine Erdoğan Hanımefendi’den gelmişti geçtiğimiz aylarda. Şöyle diyordu Hanımefendi; “Herkes Suriyeli diye tanıyor ama onlar ne yazık ki ‘Suriyesiz.”
Birtakım çevreler tarafından hemen her fırsatta Suriye’den Türkiye’ye hicret etmiş olanlar aleyhine kampanyalar yürütüldüğüne şahitlik ediyoruz. İnsani, dini, milli terminolojiden ve bunlara yaslı yaşam tarzından/kaygısından yoksunluğun da bir getirisi olarak bu kampanyaların zaman zaman toplum nazarında bir karşılık bulduğunu da görüyoruz.
Toplumun bir kısmında var olan Suriye’den gelen muhacirlere karşı duruşun dünya göç tarihine baktığımızda yeni bir şey olmadığını görürüz. Bir muhiti, mekânı, mahalleyi, köyü, kasabayı, şehri ataları tarafından da olsa bedel ödeyerek yaşam alanı olarak tanımış “yerlilerin”, kendilerine, kendilerince ya da atalarınca tahsis edilmiş imkanları, topraklarında özgürce kullanmakta oldukları inisiyatifi kaybetme korkusundan bahsedebiliriz en temelde. Paylaşmak dediğimiz şey, lügatlerde asılı kalan, masallarda yaşanan uzak ihtimalin adından başkaca bir şey değildir çoğu zaman.
Her halükârda bir dengenin yitimi söz konusudur. Talepteki çoğalma, talep edene sunulmakta olan arzın yetersiz kalacağı endişesini de beraberinde getirecektir. Uyum sorunları baş gösterecek, mevcut alışkanlıkların değişecek olma ihtimali zihinleri meşgul edecektir. Kaybedecek çok şeyi olduğunu düşünenlerle bir insanın yeryüzünde kaybedeceği hemen her şeyi kaybetmiş olanların olağan reflekslerinin karşılıklı olarak tarafları uzun soluklu bir sınava sürükleyecektir. Süreçlerde yaşanacak hemen her olumsuzluk insanların zihinlerini olabilecek en hızlı şekilde en kötü sonuca taşıyacak, kuvvetle muhtemel görülen o en kötü sonuç insani davranış biçimlerinin kaybolmasına yol açacaktır. Bu dengesizlik halinin büyük bir çatışmaya dönüşmesi işten bile değildir artık.
Elbette ki dengenin yeniden tesisi böylesi durumlarda hayli zaman alacaktır.
Yakın tarihten iki örnek üzerinden hareketle meseleye bakacak olursak, denge bulma halinin aslında halen sürmekte olduğunu görürüz. Osmanlı’nın daralması zamanlarında Balkanlardan, Kafkaslardan gelen muhacirlerin yaşadığı zorluklar daha yeni yeni atlatılmıştır. Avrupa’ya çalışmak maksadıyla gitmiş Türklerin, gittikleri yerlere ait olmaları ihtimalleri belirmeye başladığında hayatları pahasına yaşadıklarını da bilen insanlarız hepimiz. Ve bu problem yarım asrı geçmiş bir tecrübe olmasına rağmen hala devam etmektedir Avrupa’da.
Meseleyi göç/göçmen tanımlaması yerine hicret/muhacir tanımlaması ile karşılamak aslında bir hayli rahatlatıcı olacaktır. Göç kalıcı olmayı hedefleyen, geldikleri yere dönmeyi asla düşünmeyen/düşünemeyen kişilerin ya da toplulukların davranışı olarak tanımlanırken, hicret, geldiği yeri asla aklından düşürmeyenlerin bir davranış biçimi olarak kendisini gösterir. Muhacir ensar bulduğunda meselelerini çözebilecek imkana kavuştuğunu düşünür, göçmen için ise meselenin çözümü hiç de kolay değildir.
Hicret kavramı için Türkiye Diyanet Vakfı’nın İslam Ansiklopedisinde kullanılan güzel bir cümle vardır; “hicret “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” demektir.” Hz. Peygamber’in hicret tecrübesi Medine’ye varıldığında değil Mekke’ye dönüldüğünde tamamlanan bir sürece işaret etmektedir. Dönüşü kolay kılan ise ensar olmuştur.
İçinde bulunduğumuz zamanın kıymetli isimlerinden Mustafa Özel makalelerinde, konuşmalarında muhacirliğe ve göçmenliğe dair rastladığımız önemli cümlelerden biri de “göçmenlik edilgen, muhacirlik etken bir ruh halidir. Göçmen geride bıraktığı yurdunu özler; muhacir hakiki yurdun yolunu gözler” cümlesidir.
Bu minvalde, bugünün Türkiye’sinde toplumun bir kısmının “muhacir” ve “ensar” kavramlarından yoksunlaşmasını büyük dil sorunumuzun bir parçası mahiyetinde niteleyebiliriz. Bu yoksunlaşma hali, bazılarımızı çok kolay bir biçimde provokasyona açık hale getirmektedir.
Meseleyi, “ensar” ve “muhacir” kavramları eşliğinde ele aldığımızda, muhacirlerin de ensarın da karşılıklı etkinliğinden söz edebiliriz. Ensarın muhacirlere, muhacirlerin ensara kattığı, katacağı çok şey vardır. Bunu anlayabilmek için, Efendimiz (s.a.v) önderliğindeki hicret tecrübesine ve ülkemizin yakın tarihindeki hicret vakıalarına derinlemesine bakmamız gerektiğini düşünüyorum.
Suriyelerinden koparak ülkemizde bulunmak durumunda kalmış olanların coğrafyamızda bir büyük hikâyenin yazımına yönelik olası katkılarını hiç de azımsamamamız gerekir. Bugüne bakmadan, geleceğe odaklanarak meseleyi okuyacak olursak, o büyük hikâyeyi birlikte yazacağımız gerçeği ile karşılaşacağız aslında.
Bu cümleleri aile geçmişinde büyük hicret hikâyeleri olan biri olarak yazıyorum. Suriye’den hicret ederek Türkiye’ye sığınan ve şu anda bir Anadolu şehrinde işveren olarak ülkemiz ekonomisine önemli katkılar sunan bir kadın girişimcinin duasıyla bitireyim yazımı; “Allah dünyayı Türkiyesiz bırakmasın.” Amin.