Müslümanlar toparlanıyorlardı. 1992 yılı baharına girerken yaşamaya başladıkları o ağır atmosferi artık dağıtmayı başarıyorlardı. Kaybedilmiş köyler geri kazanılıyor, yıkılmış camiler onarılıyor, ülke genelinde çekilmek durumunda kaldıkları tüm topraklar için umudu kuşanıyorlar, kahramanlık şarkıları besteleniyor, gözlerden süzülen yaşlar siliniyor ve moral üstünlüğü ele geçiriliyordu. Geç de olsa kendilerini anlatmayı başarmışlar ve ‘dünyanın geri kalanından’ destek bulmuşlardı. Dünyanın geri kalanı kendisini orada bulmuş ve hakikatin üzerindeki kirli perde aralanmıştı. Düzenli ordu kurulmuş, askerlik müessesesi tesis edilmiş, eli silaha ilk kez değmiş askerlerden Başkomutan’a dek herkes olan bitenin farkındalığıyla olacak olanın lehlerine olması için büyük bir gayretin içerisindeydiler. Başkomutan yeri geliyor cephede, yeri geliyor diplomasi masasında, yeri geliyor şehir şehir ülke sokaklarında mücadeleyi koordine ediyordu. Hemen her gün bir müjdeli haber geliyordu tarihe yaslanarak zaferi bekleyen ihtiyar kulaklara.
Oysa plan böyle değildi.
Yugoslavya dağıldığında Yugoslavya bakiyesi bölgelerin paylaşımında izlenen yöntemde Müslümanların yeri de yurdu da olmayacaktı. 1878 sonrası her dönemde olduğu gibi olacaktı her şey, bir kısmı Hırvatların bir kısmı Sırpların bir kısmı Makedonların hakimiyeti altına girecek ve böyle böyle azalacaklardı.
Köylerine girilecekti. Köy meydanlarındaki camiler yakılıp yıkılarak, mezar taşları yerlerinden sökülecek, tarihi hatırlatan her ne varsa hepsi ülke genelindeki nehirlerin diplerine boca edilecekti. Yıkılan camilerin yerine, alelacele, projeleri önceden hazırlanmış küçük beyaz kiliseler yapılacaktı. İnsanların hafızalarından bütün bu geçmişin hepsini silmeye uğraşmak yerine insanları katletmek en iyi çözümdü ve derhal uygulanmalıydı.
Şehirler kuşatma altına alınacak, şehirlerin birbirleri ile ve hepsinin dünya ile irtibatları kesilecek, açlığa, susuzluğa, ilaçsızlığa mahkûm edilecekti.
İçeride bu organizasyon kusursuz ilerlerken Birleşmiş Milletler olan biteni bir nevi ‘iç savaş’ olarak niteleyecek ve mesela Bosna Hersek topraklarına yönelik silah ambargosu kararı alarak Müslümanların elini kolunu bağlayacaktı. Dünyanın bütün gazeteleri, radyoları ve televizyonlarından bu yalana hizmet edecek haberler üretilecekti. Avrupa’nın en büyük ordularından olan Yugoslavya ordusunun bütün mühimmatı ile birlikte katillerin elinde olduğunu, onların zaten silah ve mühimmat edinmeye yönelik bir ihtiyaçlarının olmayacağını, ambargonun Müslümanlara yönelik olduğu gerçeğini haber metinleri içerisinde boğacaklardı.
Diplomasi masalarının pembe ve soğuk yüzlü beyaz adamları sözüm ona barış arayışlarına hız vereceklerdi. İçlerinden bazılarının sunduğu planlara yine içlerinden bazıları itiraz edecek ve yıllar sürecek büyük bir oyalama stratejisi yürürlüğe konacaktı.
Ama planlandığı gibi gitmiyordu işler işte.
Mevzi kaybediliyor, hesaplar alt üst oluyor, galip gelmesi istenenler sahada perişan oluyorlar, gerçekler bir şekilde gün yüzüne çıkıyordu.
Şimdi o tarihlere gidiyorum da Müslümanların ilerleyişinin durdurulmasının kaçınılmazlığı konusunda hemfikir olan bir dünyanın tanığıydık hepimiz. Ve bir şeyin daha farkına varmışlardı üstelik, Bosna’yı boğmaya çalışırken sesleri boğulmuş başka yığınların seslerini duymaya başlamışlardı artık başka coğrafyalarda.
Ve derken Srebrenitsa’yı devreye soktular planları yerle bir olanlar. Üç gün içerisinde yaşları 14’ün üzerinde 8 binden fazla erkeği katlettiler elbirliği ile. Bunu yapmadan evvel güya bölge barışını temin etmek adına bölge halkının elindeki tüm silahları toplamıştı Birleşmiş Milletler. Savunmasız bırakılmış bir halkın soyunun kurutulması için her şey hazırdı artık. Ve katil kendisine tevdi edilen vazifeyi icra ederek yeni planın ilk adımını atmış oluyordu böylelikle.
Savaşı, akla hayale sığmayacak tüm ahlaksızlıkları kuşanarak sürdürme konusunda ısrarlı davrananlar karşısında, savaşın da ahlaklı olanını en güzel şekliyle dünyaya gösteren o büyük komutan, Srebrenitsa ile birlikte yön değiştiren müzakerelerin masasında Dayton’a “evet” demek zorunda kalıyor ve şu cümleleri kuruyordu; “Uzun hayatım boyunca pek çok iş yaptım. Ancak bugüne kadarki en zor işim Dayton’daki anlaşma masasına oturmak oldu. Benim derdim muzaffer bir komutan olarak anılmak değil, ülkeme koltuğunun altında makul bir barış anlaşması ile dönmekti. Sırplar sadece benim önerilerime ters düşen önerilerle değil, aynı zamanda tüm adalet ve insanlık duygularına ters düşen önerilerle çıkıyorlardı karşıma. Böyle bir barışı kabul etmek çok zordu. Ancak çok zor olan başka bir şey vardı; eve ‘savaşa devam ediyoruz’ cümlesi ile dönmek. Bu yapılması neredeyse imkânsız bir tercihti ve ben kendimi çarmıha gerilmiş gibi hissediyordum.”
Şehitlerimizin ruhu şâd olsun.