Söz anlamını yitirdi

Söz kelimesi Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde geniş kapsamlı bir sözcük olarak anlamlandırılmış. Sözlükte karşımıza çıkan anlamları olduğu gibi alıntılıyorum aşağıya;
1. Bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan kelime dizisi, lakırtı, kelam, laf, kavil
2. Bir veya birkaç heceden oluşan ve anlamı olan ses birliği, kelime, sözcük
3. Bir konuyu yazılı veya sözlü olarak açıklamaya yarayan kelime dizisi
“Yer yer birçok türküde rastladığımız beylik sözler de vardı içinde.” – B. R. Eyuboğlu
4. Kesinlik kazanmayan haber, söylenti
“Ortalıkta bir söz dolaşıyor.”
5. Bir işi yapacağını kesin olarak vadetme
“O, sözünde duran bir adamdır.”
6. Müzik parçalarının yazılı metni, güfte
“Şarkının sözleri çok anlamlı.”
Kendi adıma söylemiş olayım, ben, (hangi anlamıyla kullanacak olursak olalım) sözün anlamını yitirdiğini düşünmeye başlayalı bir hayli zaman oldu. Doğrusunu isterseniz bugünlerde bu düşüncemin gittikçe pekiştiğini söyleyebilirim. Müzik eserlerindeki söz yozlaşmasından tutun, vaatlerin boşluğa boca edilmesine kadar, söylentilerde karşımıza çıkan halinden düşünceler için kullanılanına kadar hepsi için aynı şeyi düşünüyorum; söz anlamını yitirdi.
Sözün anlamını yitirmesi, kendisi başlı başına bir felaket olmakla birlikte aynı zamanda bir büyük felaketin de öncü sarsıntısıdır. Büyük felaket, insanın insanî anlamdaki bütün kazanımlarını terk etmesi ve bu yönüyle düşünüldüğünde Bakara Suresi 30. Ayette ifadesini bulan ‘anlamdan’, ‘hikmetten’ yoksun bir yaratığa dönüşmesidir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın güzel Türkçesi ile ilgili ayetin mealini hiçbir harfine dokunmadan buraya alıntılamak isterim;
“Ve düşün ki rabbin melâikeye «Ben Yerde muhakkak bir halife yapacağım» dediği vakıt «Â!.. Orada fesat edecek ve kanlar dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın? Biz hamdinle tesbih ve seni takdis edip dururken» dediler. «Her halde ben sizin bilemiyeceğiniz şeyler bilirim» buyurdu”
Fesat edecek ve kan dökecek bir mahluktan halife olan insana uzanan o esrarlı seyirde ‘hikmetin’ oldukça önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Ve işte o hikmetin, İbn’ül Arabî’nin Füsus-ul Hikem’inin girişinde yer alan ‘Hikmeti kelimelerin kalbine indiren Allah’a hamdolsun’ cümlesinde durduğu gibi bir karşılığının olması bana çok anlamlı geliyor. Hikmet, kelimelerin kalbinden çekildiğinde geriye kalan şeyi kuru gürültüyle mi, yoksa kakafoni ile mi izah etmek daha anlamlıdır bilemiyorum. Lakin yolun sonu böylesi bir durumda daima ‘kellim kellim lâ yenfa’ya çıkacaktır, orası kesin.
Söz dediğimizde dilden farklı bir şeyi kastediyor oluşumuz muhakkaktır. Bu husus Dücane Cündioğlu’nun Anlamın Buharlaşması ve Kur’an isimli eserinde şöyle ifade bulmaktadır;
“Dil (lisan, langue) veya söz (kelâm, parole) bahis mevzûu olduğunda bizim kasdettiğimiz cihet, dilin toplumsal bir olgu, toplumsal bir edinim, sözün de bireysel, kişisel bir etkinlik, bir kullanım olduğudur. Dili toplumsal bir olgu şeklinde vasıflandırıyoruz: zira dil, o dili konuşanların önünde verilidir, hazır bulunur, konuşma (kelâm/söz) ise dil içerisinde gerçekleşmesine rağmen, onu dilden farklı kılan taraflar vardır. Meselâ dilin kendisi (bütünü) bir şey bildirmez. Çünkü dil istemde bulunamaz; o sadece isteme (iradeye) aracılık eder. Kişi aynı şekilde düşüncelerini de dilde, dil ile, dilin imkânlarıyla oluşturur ve yine bu düşüncelerini o dilde, o dil ile, o dilin imkânlarıyla başkalarına aktarır. Dil, burada insanın konuşabilmesini mümkün kılan vasıtadır. Dilin toplumsal uylaşımın bir ürünü olması, onun bizatihi bir istemi olduğunu, ardında bir irade bulunduğunu değil, bilakis bir istemler toplamı olduğunu gösterir. Bu bakımdan anlam, dilin kendisinden ziyade dilin kullanımında ortaya çıkar; zira dil, anlam için bir imkân iken, istem anlamın koşuludur, yani anlam sadece dilde, dilin genel bilgisi içinde değil, o dilde konuşan kimsenin maksat ve muradında saklıdır.
Konuşma (kelâm/söz) burada dilden (lisan) daha sınırlı ve dolayısıyla daha özel bir mânâ taşımaktadır. Dil ise toplumsal uylaşımın bir ürünü olmak hasebiyle başlı başına bir maksat ve murada sahip olmadığı halde, her konuşma ve/veya sözün ardında muhakkak bir irade ve tabiatıyla bir murat var olmak zorundadır.”
Öyleyse, bir dilin imkân ve kabiliyetlerini iyi kullanarak da olsa söz söylüyor olmak o sözü başlı başına anlamlı kılmaya yetmeyecektir.
Yine aynı eserinde Dücane Cündioğlu şu cümlelere yer verir;
“Dil denen olgu, yaşanan hayattan bağımsız kendi başına var olmuş değildir. Bu nedenle bir dili ya da bir dilsel metni anlamak için, o dilin ya da metnin, içinde var olduğu dünyanın da farkına varmak gerekir.”
Bu ifadelerin ışığında, bugünün dünyasında kurulan cümlelerin anlamını arama çabamız neticesinde karşılaşacağımız sonuç bizi içinde bulunduğumuz dünya hakkında da ipucu vermeye yetecektir. Verilen sözlerin tutulmayışı, sözünü çiğneyenlerin sözünü çiğneme gerekçelerini gayet mantıklı gerekçeler eşliğinde izaha kalkışmaları, bir tarafın ifade ettiği şeyin muhatabında karşılık bulmuyor oluşu, kelimelerin kifayet etmediği beyanatlar, aslında aynı şeyi söyleyenlerin farklı şeyler söylüyor olduklarını ifade etmeleri, farklı şeyler ifade edenlerin aynı şeylerden bahsediyor olduklarının sanılması, sözün anlamından bağımsızlaşarak havada kalıyor olması en temelde yaşamakta olduğumuz hayatın artık yitirilmesi anlamına gelmektedir. Artık, bir Sezen Aksu şarkısında geçen ‘her şey bir anda anlamsız gelecek, işte biz o gün tükeneceğiz’ cümlesine muhatabız demektir. Çünkü hikmet hem hayatımızdan hem de bunun doğal bir sonucu olarak kelimelerimizden uzaklaşmaktadır.
Sözlerimiz göstergedir. Sözlerimiz yeniden anlam bulduğunda hayatımız da anlamını bulmuş demektir. Ve bu mümkündür.