Sonbahar bilgeliği

Sonbaharda “yapılacaklar listesi” kabarık olan bir muhitte büyüdüm. Ağustos ayının ikinci yarısından itibaren başlayan telaş, Eylül ayı boyunca sürerdi. “Şehrin insanı”nın bu sonbahar işlerinden bağımsız olan, hazla dolu melankolisine karşın, eskiler melankoliyle sonbahar işlerini birlikte yürütmek zorundaydılar.

Sonbaharlarım, yıllar boyunca bir elma bahçesinde geçti. Günlerce elmalar dallarından toplanır, boylarına (altı santimlik çap esas alınırdı) ve cinslerine (Amasya, Arapkızı, Starking, Golden, Altın çekirdek vb) göre ayrılır, kasalanır, etiketlenir, kamyonlara yüklenirdi. Her bir elmayı, elin hafızasına aldığı bir dikkatle koparmak zorundaydınız. Olması gerekenden biraz daha fazla bastırmak, elmada o anda görünmeyen, kabuğu altında bir zedelenmeye yol açar ve kışın, kasadaki elma tam orasından çürümeye başlardı. Elmaya karşı dikkatli, özenli, hürmetli olmak vazifenizdi. Sabahın gün doğumuyla başladığınız bu koşturma, akşamın erken saatlerine kadar sürerdi.

Elmalar toplandıktan, ırgatlar çekildikten sonra, ağaçlar sanki çocukları birer birer evlenip evden uçmuş ve baş başa kalmış yaşlılar gibi görünürdü gözüme. Işıkları söner, renkleri uçar, derin bir yorgunluğun içine gömülürlerdi. Böcekler yavaş yavaş görünmez olur, otlar sararıp boyunlarını bükerdi. Bunları, edebiyatla haşır neşir olmuş birinin yakıştırmaları saymayın. Bahçenin iki halini de gören her insan evladında aynı tepkiye şahit olurdum. Hele babam; sanki bahçeye yabancılaşırdı. Zaten bir iki haftaya kalmaz, yapraklar sararıp dökülmeye başlar, kendilerini bezeyen yaprak ve meyvelerden yoksun kalmakla, kemikli ve biçimsiz yaşlı ellerine dönerlerdi.

Melankolinin çalışmaktan bütünüyle bağımsızlaşamaması, onu hazzın elinden kurtarırdı. Sonbahar bir yanıyla yıkım demekse, bir yanıyla hasat demekti. Bir yanıyla fanilik demekse, bir yanıyla dünyevi kazançtı. Dolayısıyla, kendinizi sonbahar melankolisinin içinde bulduğunuz bir ânı, yetişmesi gereken bir iş takip ederdi. Yaptığınız işin tabiatı size gelmekte olan kış mevsimini, yani yıkımın, sessizliğin ve renksizliğin dünyasını hatırlatırken, öte yandan bir hazırlık içinde olmanın ürettiği ümit içinizi doldururdu.

Kendinizi, ne felç eden bir melankolinin, ne de bön bir dünya telaşının içine gömmeden gerçekleşen bu sonbahar tecrübesinin anlamı, yaşamanın bizzat kendisinin sağladığı tefekkür, bilgelik ve görgü demektir. Bilgece, insanca, tabiatla barışık ve anlamla dolu bir hayatın kendisi, sizin onu dışarıdan anlamlandırmaya çalışmanıza gerek kalmadan elinizden tutabilir, size denge bahşedebilir, teorinin ve ideolojinin, kitapların ve öğretilerin aşırılıklara eğilimli dünyasının dışında bir okul işlevi görür.

Bu öyle bir işlevdir ki, her fırsat düştüğünde, hayata ve ölüme dair köklü bir bilgiyi öğrenme fırsatı buluruz. Sonbaharda, başka bir soyutlamaya gerek kalmadan, sonbaharı ayrıca anlamlandırmaya ihtiyaç duymadan, ölüme ve yıkıma dair bir model buluruz. Sonbahar, sönmekte olan hayatın dekoru olarak önümüzde kurulur. Biz de onun işlerinden bazılarına katışarak, karışarak, bulaşarak, ölüm ve sonrası hakkında bir fikir değil, aksine bir tecrübe ediniriz. Kurulan kozmik bir dekordur ve bu dekorun bazı parçaları -ağaçları, meyveleri, sebzeleri vb- üzerindeki işlerimiz sebebiyle, dekora değmiş, eylemek suretiyle onunla münasebet kurmuş oluruz. Bu temas ve dekorun bir parçası olmaya bizi yaklaştıran ilişki, bizi kendi fani tabiatımız hakkında aydınlatır: Bizim de sonbaharımız gelecektir; bizim de hasadımız olacaktır; biz de kışa erecek ve biz de yeniden dirileceğizdir.

Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin, “Nagihan ol şara vardım/ Anı ben yapılır gördüm/ Ben dahi bile yapıldım/ Taş u toprak arasında” buyurduğu meseleden bahsediyoruz da diyebiliriz. Taş ve toprak arasında yapılmanın yolu, o taşa, o toprağa katışmak, onunla bilgi ve fikir düzeyinde değil, hayat düzeyinde, tecrübe düzeyinde münasebet kurmaktan, taş olmaktan, toprak olmaktan geçiyor.

Biz modernler, elma hakkında malumat, sonbahar hakkında duygu sahibi olabiliyoruz. Ama bunların çoğunlukla öğrenilmiş, kitabi ve bu sebeple emanet olması acıklı. Bu emanet bilgiyle hayatı idame ettirmenin bedelini, “yaşama sanatı” denilen bir şey varsa, bu sanattan giderek daha çok mahrum kalmakla ödüyoruz.