“Kuru (boş) laf, kuru üzümden tatlıdır.”
Benim yetiştiğim çevrelerde, siyaseti telmihen söylenen bir halk sözüdür bu. Ki, halk söyledi mi boşuna söylemez.
Böyle söyleyen biri, siyaset konuşmanın gündelik hayatımızın kılcal damarlarına kadar yayıldığını beyan etmekle kalmaz, bunun hem gereksizliğini hem de önlenmesinin neredeyse imkânsız olduğunu vurgular aynı zamanda.
Nedir siyaseti bu kadar önemli ve yaygın kılan?
Çünkü siyaset, hayat içinde şeylerle kurduğumuz ilişkinin adıdır.
İncelik kabalık, akıllılık akılsızlık, cesaretlilik cesaretsizlik, terbiyelilik, terbiyesizlik, edeplilik edepsizlik, nezaketlilik, nezaketsizlik, basiretlilik basiretsizlik… ise onun sıfatlarıdır.
“Şeyler” dediğimiz de ise her şey ona dâhildir.
Evlilik bile ince siyasetler gerektirir ve bu manada aşk / sevgi gibi ulvi, ruhi değerler, ilişkinin düzeyine, seyrine göre aklileştirerek baktığımızda evlilik siyasetinin bir parçası haline geliverir.
Hal böyle olunca, yöneten ve yönetilen ilişkisinin siyasete dahil (hatta siyasetin kendisi) olarak gündelik yaşantımıza muhkem bir şekilde yerleşmesi kaçınılmaz olur.
“Şu ya da bu yöntemle yöneticimizi seçtik, artık bir kaynananın gelini takip ettiği gibi onu takip etmemize, hallerini ve işlerini dilimize dolamamıza gerek yoktur. Yönetme mühleti içinde yapıp ettiklerine bakarak, yeni yetki talebinin zamanı geldiğinde hakkındaki yeni kararımızı da veririz” demeyiz hiçbir zaman.
Yöneticinin işi ise o kadar çoktur ki. Köprü yapmaktan, öğrenim bursunun miktarını belirlemeye kadar her iş onunla ilgilidir. Dolayısıyla şu ya da bu yanıyla bize de değen işler, doğrudan doğruya bizim konuşmamızın, eleştirimizin ya da beğenimizin öznesi haline gelir ve biz bunları konuşa konuşa bir de bakarız ki, bize değmeyen işler bile bir “memleket meselesi” olarak kişisel gündemimizin ilk sırasına oturuvermiş.
“Konuşuyoruz da n’oluyor? Yine yönetici ne istiyorsa onun istediği gibi oluyor; olana karşı çaresizliğimiz sürüyor” deyip geçmek de mümkün ama modern zamanlarda oluşumuz bu kısmi kurtuluşa da izin vermiyor. Çünkü siyaset düzenleri, bizim o boş konuşmalarımızı “sivillerin yönetime katılması” vb. janjanlı tanımlamalarla öyle güzel kurumlaştırıyor ki, işte bu noktada kuru (boş) laf kuru üzümden daha tatlı hale geliveriyor.
Artık bu noktada, “siyaseti siyasilere bırakalım, o işine baksın, biz de kendi işimize bakalım” deme özgürlüğünü yitirmiş olarak, konuşmakla siyaset üretmediğimizi, bizim dışımızda bizim adımıza gelişen siyasete müdahil olmadığımızı bile bile (konuşmak da ne kelime) siyaset yiyip, siyaset içmeye hükümlü hale geliyoruz.
Bunun (kendi kişisel tarihim açısından) önemli bir örneğini, geçtiğimiz günlerde Mekke’deyken yaşadım.
Bir sabah kalktık ki, Ahmet Davutoğlu başbakanlık görevini bırakmış.
“Bırakmış” diyorum da, herkes gibi ben de bu bırakışta zikretsem de etmesem de Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın “kesin etkisinin” var olduğunu biliyorum. Bu durumda “Vardır bir nedeni, olması gereken olacaktır” deyip geçmeli miyim, evet mantıklı olan budur ve böyle yapmalıyım.
Ancak umre grubumdakiler sorularıyla, sorgularıyla, kuşkularıyla, kötümserlikleriyle bunu engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bense onlara inat şöyle düşünüyorum: “Recep Tayyip Erdoğan başımızda mı, evet. Bu halimizden geleceğimizden yana güvenli olmamızın bir nedeni midir, evet. Biz Erdoğan’ın siyasi kararlarına, tutumlarına itirazlarımızda, eleştirilerimizde onlarca kez mahcup olmadık mı, olduk. O halde bu yeni gelişme konusunda da bekleyip işin sonunu görelim, konuşacaksak da o zaman konuşalım.”
Düşünmek, içte olup bittiğinden sadece düşüneni rahatlattığı için, dıştakilere bir fayda sağlamaz. O nedenle baktım ki, bu yolla kimseyi ikna edemiyorum, hafızalardaki sıcaklığını koruyan Gezi eşkıya kalkışmasını örnek verdim onlara.
Gezi’de, en yakın arkadaşlarımız bile Erdoğan’ı sert davranmakla, gerilimi tırmandırmakla suçlamışlardı. Erdoğan ise bu eleştirileri dikkate almadığı gibi, söylemini bile isteye sertleştirmeyi sürdürmüştü.
Çünkü eşkıya güruhundan adam yerine koyup dinlediği kişiler Erdoğan’ın gözlerinin içine bakarak “siz sosyolojik olarak bittiniz, yönetimden çekilin” dedikleri anda kalkışmanın niyeti, istikameti ve akıbeti olanca somutluğuyla belli oluvermişti.
Bu kişilerin, adeta birer şeytan gibi içlerine giren yabancı istihbarat elemanlarının dilleriyle konuştukları ayan beyan ortaya çıkmıştı.
Erdoğan bunu çok iyi gördü. Kemalist ulu-solculara hülus çakmakla şair, romancı olacaklarını zanneden bizim mahallenin korkaklar kediler tayfasının “Reis de çok sert konuşuyor ama gerilimi düşürecek bir girişimde bulunmuyor” eleştirisine sarıldıkları o günlerde, malum kişilerin içindeki şeytanı çıkarmanın ancak onları köteklemekle, azarlamakla mümkün olacağını fark etmiş ve buna göre davranmıştı.
Sonuçta herkes onun haklı olduğunu gördü.
Elbette, yeni mesele bundan çok çok farklıydı; siyasi karar ve uygulama olarak herhangi bir benzerliği de yoktu.
Fakat başımızda Recep Tayyip Erdoğan’ın olması bakımından, bu örnek sayesinde herkesin kolayca erişebileceği bir sonuç vardı. Asıl onu görmek ve gözetmek gerekiyordu: Başımızda Erdoğan varsa (ki var), biz ona güveniyorsak (ki güveniyoruz), Allah’ın izniyle bu krizden de yine kazançlı çıkacağız demektir.
O halde biz işimize bakalım bayanlar, baylar!
Kuru laf, kuru üzümden tatlı da olsa, konmasın bizim soframıza.
Başkalarıyla olan farkımız hiç değilse bu kez, tam da burada ortaya çıksın.