Derler ki; insan yapıp ettiğine kendi ruhundan üfleyendir. Bu yüzden olsa gerek yaptıklarımızdan dolayı hesaba çekileceğiz. Yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın da bir çeşit yapma biçimi olduğunu söylemeden geçmemiş olalım.
İnsanlık, -kabaca bir düşünce seyrinden bahsedecek olursak- insan, insanın doğası, toplum, toplumsal sözleşme, devlet, siyaset ve devletlerin birbirleri ile münasebetleri hususunda kafa yormuş More, Machiavelli, Hobbes, Locke, Grotius, Rousseau, Bentham, Mill gibi isimlerin geliştirdikleri fikirler üzerine bina edilmiş bir siyaset ve devlet anlayışının söz konusu olduğu zaman dilimlerinden geçiyor uzunca bir süreden beri.
Bu adamların ruh verdiği bir mekanizma, sistem üretildi. Her türlü acımasızlığın, her türlü ahlaksızlığın güçler ve dengeler adına gerekliliğini, olmazsa olmazlığını kabullenmiş bir devlet anlayışının önü açıldı.
Ve böylece ‘tanrı devletler’ doğdu. Tıpkı Yunan mitolojisinde olduğu gibi; kendisinden üstte hiçbir otoriteyi kabul etmeyen çok tanrılı bir sistem üretilmiş oldu. Dünyayı paylaştılar, paylaşamadıklarında insanlığın görüp görebileceği en vahşi koşullarda savaştılar. Savaşmadıkları zaman dilimlerinin adını ise barış değil ‘soğuk savaş’ koydular. Dehşeti de dengelemek zorundaydılar ve bu yüzden dehşet yükselen trendiydi bu insansız aygıtların.
Kurallar koydular, bir meselenin tüm taraflarının kendilerinden oluştuğu yerlerde harfi harfine uydukları ama herhangi bir meselenin taraflarından en az birinin ‘başkaları’ olduğu zamanlarda askıya aldıkları kurallar.
Devletler birbirleri ile münasebet kurdukları kadar, bir yanıyla aralarında toplumsal sözleşme imzaladığı varsayılan bireylerin –insan demiyorlar evet birey diyorlar- yönetilmesi, birbirleri ile hukukları ve topluma düşen payın dağıtım biçiminin nasıl olacağının belirlenmesi de icap ediyordu. Ve bir siyaset biçimi gelişti yüzyılların birikimi ile.
İnsan tipiyle, toplumuyla, politik düzlemiyle, devlet biçimiyle ortaya çıkan bu kümülatif yapının bir ‘kırmızı kurdele fiyonku’ eşliğinde pazarlanması hem kendi yapılarının devamını teminen hem de uygar olmayan başkalarının sistem içerisine alınması açısından önemliydi. Yeryüzünde ulaşamadıkları herhangi bir nokta ve herhangi bir insan büyük tehlike arz etmekteydi onlar için. Ama doğrudan sömürgeleştirerek, ama toplumların kendi kendilerini sömürgeleştirmelerinin önünü açarak, ama onları doğrudan ‘hayran kitlesi’ haline getirerek yaptılar bunu.
Şapkamızı, kasketimizi, fesimizi, sarığımızı ya da takkemizi önümüze koyalım ve şu cümleyi kuralım delikanlı gibi; Böylesi bir düzlemde siyasetin yapıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Ve bu siyasetin doğası bizim nefesimizle oluşmuş bir doğa değil ne yazık ki. Başkalarının ruhundan nefes verilerek bina edilmiş bir siyasetle ancak ve en iyi ihtimalle –çünkü hep kötü ihtimaller gerçekleşmiştir- başkalarının nefesiyle ruhuna üflenmiş devlet biçimi ortaya çıkarılabilir.
Tam da burada; yazımın başında Batı’daki siyasal seyri ifade ederken ismini andığımız ‘kültürel iktidar’ sahiplerinin ürettiği anlayışa dönerek şu tespitte bulunmak istiyorum.
Bir arayış halindeyiz. Benim bu yazıyı yazıyor olmam, bu yazının yer alacağı dergi, siyaseten destek verdiğimiz partimiz, vakıflarımız, derneklerimiz… Hepsi bu arayış halinin bir göstergesi…
Arayış sürecimizde farkına vardığımız en temel meselelerimiz ise; dilsizliğimiz, yersizliğimiz ve usulsüzlüğümüzdür.
Dil, yer ve bir usul arayışına girdiğimizde ise başımız dönüyor bizim. Çünkü kendi usullerimiz ile kendi dilimize, kendi köklerimize/yerimize dönmek başka bir dünyaya gitmek gibi geliyor bize.
İşte tam da böylesi zamanlarda en fazla ‘hamaset’ üretebiliyoruz; Belli belirsiz Medine’yi hatırlıyoruz bir anda, İstanbul’un yanına Saraybosna’yı Buhara’yı, Kudüs’ü filan ekliyoruz, Az Selçuklu bol Osmanlı ve mutlaka içine İbn-i Haldun, Farabi, Edebali, Fatih, Kanuni, Abdülhamit filan serpiştirilmiş ‘bizim medeniyetimiz’ söylevleri çekiyoruz birbirimize.
Bu durumu hafifsemiyorum, aksine önemli bulanlardanım ve tabi buradan sonra bir yere ulaşabileceksek.
Her şeye rağmen, yaşanan onca şeye rağmen, gerçekten büyük bir azimle yeni bir siyaset biçimi üretmeye çalışıyoruz çalışmasına da, bu ürettiğimiz siyaset usulünün ruhuna acaba biz mi üflüyoruz, biz üflemiyorsak kim üflüyor? ‘Biz’ derken neyi kastetmiş olduğumun anlaşılmasını ümit ederek ve gerçekten samimiyetle soruyorum bu soruyu. Ve öyle sanıyorum ki ‘biz kimiz?’ sorusu tam da burada cevaplanmayı bekleyen çok büyük bir soru olarak karşımızda duruyor.