Siyaset, keşfedilmeyi ve işlenmeyi bekleyen ham bir maden gibi…
En azından bilginlerin, ulemâ ve füzelânın, siyasete bir nizâmat verme gayretlerinden bakıldığında böyle görünüyor.
Ayrıca her millet, kültür ve medeniyet kendi usulünce işliyor bu ham malzemeyi; yani Batılı Batılılığına, doğulu Doğululuğuna göre… Platon Mahiavelli’ye, Aziz Augustine Jean-Jacques Rousseau’ya, Thomas Hobbes Carl Schmitt’e elveriyor bu yüzden; Doğu’da ise Zerdüşt Konfüçyüs’e, Hz. Ali Nizâmü’l-Mülk’e, Necmeddîn-i Dâye İbnüt-Tıktıka’ya…
Biz bize bizden bakacak olursak, siyaseti sadece işleyenlere değil, onu bir telkârî işi gibi zanaat haline getiren zatlara sahibiz.
Örneğin, on üç kitabından on ikisini siyaset üzerine yazan İmam Mâverdî, “Vefatı yaklaştığı zaman güvendiği birisine:
-Falan yerde bulunan kitapların hepsi benim eserlerimdir. Onları şimdiye kadar açığa çıkarmadım. Çıkarmayı da pek istemiyorum. Gördüm ki ölüm bana yaklaşıyor. Elini elime ver. Şayet ölürken elini tutar ve sıkarsam, bilesin ki o eserlerimin hiçbirisi Allah tarafından kabul olunmamıştır. Kitapların hepsini alır, Dicle’ye atarsın. Elimi açar, elini kavramazsam, bilesin ki eserlerim Allah tarafından kabul olunmuştur. Kitapları oradan alırsın, umduğum sevaplar için etrafa yayarsın, der.”
Ondan intikal eden bu anekdot, siyasete siyaset etmede iki temel esası verir bize: Siyaset üzerine düşünürken ve yazarken Allah korkusunu yüklenmek ve ilgili fiillerinde sevap kazanmaktan öte bir talebi olmamak.
Bundan olmalı ki İbnü’t-Tıktakâ, Siyaset Adabı adıyla dilimize çevrilen kitabında, hükümdarların siyaseti hususunda akıl, adalet ve ilimden sonra Allah’tan korkmayı işler. Zikredilen üçlünün önceliği, Allah’tan korkmada sanki ilgili şuurun takviye edilmesi içindir.
Şöyle der İbnü’t-Tıktakâ: “Hükümdarda bulunması gereken özelliklerden bir diğeri Allah’tan korkmaktır, ki bu haslet bütün bereketlerin kaynağıdır. Hükümdar Allah’tan korktuğu zaman Allah onu kullarından güvende kılar. Rivayet edilir ki Emirülmüminin Ali, kölelerinden birine seslenir, fakat köle cevap vermez. Ardından tekrar seslenir, fakat köle yine cevap vermez. Hz. Ali’nin yanına bir adam girer ve ona ‘Ey Emirülmüminin, köle kapıda duruyor, senin sesini işitiyor fakat sana cevap vermiyor’ der. Köle yanına geldiğinde Ali, ‘Sesimi duymadın mı?’ diye sorar ve köle de bilakis duyduğunu söyler. Bunun üzerine Ali cevap vermekten kendisini alıkoyanın ne olduğunu sorar. Köle ise ‘Cezalandırılmam konusunda kendimi güvende hissediyorum’ der. Bunun üzerine Ali şöyle der: ‘Yarattıklarının benden emin olduğu beni yaratan Allah’a hamdolsun.” (Siyaset Adabı, çev.: Harun Yılmaz, Klasik Yayınları, İstanbul 2017)
Evet, her millet, kültür ve medeniyet kendi usulünce işler siyaset madenini ama işin özü değişmez ve dolayısıyla genel bir irfanî miras olarak kabul görür siyaset. Çünkü insanlık vasatı, her zihniyete, her düşünceye aynı oranda etki eder. Değişen sadece genel bir tekrarın tekrarında yer edinen farklardadır.
Bu manada bizim Allah korkusunu başa alışımız, ilgili edebi öncelikle yönetenler için giyilmesi zorunlu bir akli ve ahlaki libas olarak önemle takdim edişimiz de söz konusu farklara isabet eder.
Ünlü siyasetnamecilerimizden Ebü’n-Necib Şeyzerî, bu hususu şöyle dile getirir:
“Nakledir ki, adil bir siyasetçinin başkanlığı devamlı olur. Edep, bir ülkenin idaresi hususunda hükümdarda bulunması gerekli olan dört hasletten biridir. Bu yüzden, edebe riayet edilmezse siyasette problemler ve tıkanmalar görülür.
Denilmiştir ki: Terbiye aklın sureti olduğu için akıl terbiyeyi, siyaset aklı, devlet başkanlığı da siyaseti gerektirir. Bu kıyasa göre, devlet idaresinde edebin vazgeçilmezliği sabit olur. Bazıları Tevrat’tan rivayet ederler ki: Soy, insana süs veren zînetlerden en güzelidir. Edebi olmayan kişinin aklı da yoktur, aklı olmayanın ise mertliği kaybolmuştur, mertliği olmayanın da soyunun bir önemi kalmaz ve itibarını kaybeder. Buna göre soy-sop sahibi kişiye edep gerekir.” (Nehcü’s-Sülûk fî Siyaseti’l-Mülûk – Siyaset Stratejileri, çev.: Nahifî Mehmed Emin Efendi, haz.: Ensar Köse, Büyüyenay Yayınları, İstanbul 2013)
Siyasete siyaset etmenin, diğer bir ifadeyle siyaset olgusuna kendi inancının zihniyetine tabi bir adap belirlemenin önemi nazariyatla ve yöneticilerin uygulamalarıyla da sınırlı değildir.
Bizlere, seçme ve seçilme hakkı olarak sunulan ve muasır bir özgürlük imkanı olarak parlatılan Demokrasi’de, konunun bunlardan ibaret olmadığını, hem seçmenin hem de seçilmenin inanca taalluk eden bir sorumluluğu ihtiva ettiğini de ilgili edebe dahil etmemiz gerekir.
Kısaca, siyasete siyaset etmek, aynı zamanda din, millet ve devlet adına bir hassasiyeti, gayreti ve sorumluluğu yüklenmektir.