Geçen yazımda, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir” mealindeki (Al-i İmran Suresi, 3:104) ayet çevresinde ele aldığım İslami vasat’ın, azgın hadisatın değişkenliğine karşı havlu atmak, diğer bir ifadeyle siyasetin dışına düşmeyi kabullenmek şeklinde anlaşılması yanlış olur.
Çünkü her şey siyasete dahildir; velev ki havlu atmak olsun, bu bile siyasetin (siyasi bir karar olmanın) dışında değildir. Dolayısıyla İslami vasat olarak ilk kastettiğim şeyde, ferden ferda yapılması gereken ideal seçimin, “dinî davet” söz konusu olduğunda, mahiyet (öz) olarak değil, “mertebe” olarak farklılaşacağını bilmemiz gerekir.
Kaldı ki, hayra çağıracak, iyiliği emredip, kötülükten men edecek bir topluluğun, samimiyet ve gayretinin Allah tarafından destekleneceği, bereketlendirileceği de, ilgili İlahi vaatler planında Müslümanın umacağı şeylerdir. Sadece burada durulacak had önemlidir: “Onun önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” (Rad Suresi, 13:11)
Dini davetin asabiyete dayanmadan gerçekleşmeyeceğini söyleyen İbn Haldun bu hususu (yeni mertebeyi) şöyle çerçevelemiştir:
“Kendine ibadeti şiar edinen ve dinin istediği yollarda yürüyen şahıslardan birçoğu, zalim ve gaddar ümeraya karşı ayaklanma cihetine gitmişler, Allah’tan sevap umarak marufu emr, münkeri nehiy ve tağyir için halkı davet ederek (zulme) başkaldırmışlardır. Bu yüzden kendilerine tabi olanlar artmış, peşlerine takılan kalabalıklar ve insan sürüleri çoğalmıştı. Bunlar, bu uğurda kendilerini tehlikeye atmışlar, çoğu sevap olarak değil, vebal altına girerek bu yolda mahvolmuşlardır. Çünkü yüce Allah bu hususu (ihtilali ve isyanı) kendilerine farz kılmamıştır.
Sadece güçleri yettiği zaman onlara bunu emretmiştir. Onun için Peygamber (sav); “Münker ve kötü iş gören kimse, onu eliyle, buna gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse, kalbiyle değiştirsin”, buyurmuşlardır.
Hükümdarların ve devletlerin ahvali sağlam, köklü ve güçlü bir şekilde yerleşmiş ve oturmuştur. Arkasında, kabileler ve aşiretler bulunan bir asabiyete dayanan kuvvetli bir mutalebe (ve hak arama kudreti) olmadan onların durumu sarsılamaz, temelleri yıkılamaz. (…)
Aşiretlere ve asabelere dayanarak halkı Allah’a davet eden peygamberlerin davetteki hali böyle idi. Üstelik nebiler, Allah’tan her şeyle te’yid olunmuşlar ve desteklenmişlerdi, yeter ki, O dilesin (her şey olur). Lakin O, her şeyi istikrar bulan ve yerleşen bir âdete göre icra eder, başka türlü değil, (âdetullah, sünnetullah). Allah hakîmdir, alîmdir.
Şu halde, asabiyetten kopmuş olduğu için yalnız bir halde bulunan bir kimse (dinî ıslahat için) böyle bir yol tutarsa, bu yolda haklı da olsa, kendisini helak ve felaket uçurumuna yuvarlamış olur. Şayet böyle bir yolu tutan kişinin hali bir de (siyasi) riyaset talep etme hususu ile karışık (ve samimiyeti şüpheli bir istismarcı) olursa o takdirde, önüne birçok engellerin çıkması ve yolunu birçok felaketlerin kesmesi daha çok tabiidir. Zira Allah’a ait bir husus, onun rızası ve yardımı bulunmadan, onun için ihlasla çalışma ve Müslümanlara karşı samimi olma hali olmaksızın tamamlanamaz, başarıya ulaşamaz. Hiçbir Müslüman bu hususta şüphe etmez, basiret sahibi hiçbir şahıs bu konuda tereddüde düşmez.” (Mukaddime, Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları)
Bunlardan bugüne mahsus olarak çıkaracağımız sonuç, (aşamalara değil) mertebelere yaslanan İslami vasatın, aynı zamanda siyasi ufkumuzu da belirleyecek oluşudur.
O siyasi ufuk ki, içinde yaşadığımız şartlarda, şer güçlerinin herhangi birinden ve onun herhangi bir davranışından Müslümanlar adına bir fayda mülahaza ederek sevinç gösterisine kalkışmamızı aşacağı gibi, yine Müslümanlar adına onun olumsuz saydığımız bir davranışından dolayı da düşmanlık sloganları atmamızı aşar.
Nebevi bir siyasetin kabulü ve uygulaması içinde durulması bu bakımdan bir zorunluluktur ki, bu zorunluluk bizi aynı zamanda hükümleri altında bulunduğumuz laik sistemlerin, kendi lehlerine bizi din adına şevke getirmelerini, daha doğru bir söyleyişle dinimiz ile istismara uğratmalarını da önleyebilecektir.
Bu cümleden olarak görünürdeki müttefiklerin müttefikliğinin, düşmanlarınsa düşmanlığının bir hükmü yoktur. Ta ki, bunlara İslami vasattan ve dolayısıyla nebevi bir siyasetin ufkundan bakılsın. Eğer böyle değilse, gündelik hadisatın şiddetine kapılmış birer rüzgargülüyüz demektir.
Bu tarz bir yanlış mevzilenme ise bizleri yukarıda meallerini zikrettiğimiz ayetlerin ve hadisin belirlediği İslami vasatın içinde tutmaz.
Bilakis, siyasi ufuksuzluğumuzu, sanki doğru bir ufukmuş gibi bizlere dayattığı gibi, yanlış kanaatlerimizi ve fiillerimizi de giderek meşrulaştırabilir.