Size çağdaş bir menkıbe anlatacağım. Ama sanırım bu menkıbe yeterince çarpıcı olmayacak. Belki de onu bir menkıbe olarak adlandırmak zihnimin bana bir oyunudur. Bilirsiniz zihnimizle, şu hayatta parçalanmadan, ufalanıp uzay boşluğuna dağılmadan, çıldırıp gitmeden yaşayabilmek için karşılıklı küçük oyunlar oynarız.
Kahramanım, altmış beş yaşlarında, ufak tefek, Fas’ın kuzeyindeki Nador şehrine bağlı bir köydendi. Kendisiyle Fez’deki bir dükkanın önünde burun buruna geldiğimde, tanışmamızın üzerinden on iki saat henüz geçmişti. Bir gün önce bir misafirlikte kendisini, şivesi ve konuşma hızı sebebiyle hemen hiçbir şey anlamadan beş on dakika kadar dinlemiştim. İçi tıka basa dolu bir pazar çantası elinde, mavi beyaz çizgili cellabesi üzerinde, değirmi sakallı, gülümsemesi mi elmacık kemiklerini belirginleştiriyor, elmacık kemikleri mi gülümsemesini keskinleştiriyor bilemediğim bu sevimli adamı bir süre sevecenlikle ve merakla izlemiştim. Doğuştan temiz, elinden saflıktan başka bir şeyin gelmeyeceği aşikar, şu dünyaya teğet geçen insanlardan biriydi. Ertesi gün, işte hiç ummadığım bir sokakta karşılaşıvermiştim.
Peygamber Efendimiz’in torunlarından birine ait meşhur türbeye gitmeye çalışıyordum. Hemen önüme düştü; bir iki esnafa sordu, önce sol sonra sağ, olmadı önce sağ sonra sol gibi şeyler yaparak beni türbeye getirdi. Sağanak yağmur altında, elimdeki şemsiyeyi tam bir şehirli gibi ustalıkla kullanarak, türbeye ıslanmadan gelmeyi başardım. Yolcuydum, daha da yolum vardı ve ıslanıp hasta olmaya hiç niyetim yoktu. Türbe, geniş avlusu, avluyu çevreleyen revakları ve mescidiyle büyücek bir mekandı. Merdivenlerden avluya çıktık. Avluya çıkınca, soldaki revakların altında, üç abinin sıra dışı ilgisiyle karşılaştık. Hoş geldiniz, temennalar, buyurunlar gırla. Eh, böyle yerlere ben de biraz aşinayım, karşımdakilerin türbe esnafı olduğunu anlamakta gecikmedim. Kendilerine ilişmeye, ilişip de borçlanmaya, tırtıklayacakları üç beş kuruşun yaratacağı hayal kırıklığını yaşamaya hiç niyetim yoktu. Ama yanımdaki yoldaşımın -ilginçtir, o kadar hızlı ve şiveli konuşuyordu ki, ne ismini, ne de konuştuğundan birkaç kelime dışında bir şeyi anlayabilmiş değildim- tavırları, benimki gibi sakınımlı değildi. Ben, türbe esnafına karşı ilgisiz ve içe kapanık durdukça, o onlara sevgi ve hürmetle karşılık veriyordu. Saftı bu adam.
Avlunun sağında solunda, artık herhangi bir nişanesi kalmamış olan mezarlar vardı. Mezarların üzerinde ne bir yükselti, ne de başlarında bir kitabe kalmıştı. Ama o mermer zeminin altında bir yerlerde, dağılmış duran mezarların olduğu biliniyordu. Yoldaşım, içlerinden sadece “edep” kelimesini anlayabildiğim bir grup kelime dudaklarından dökülürken ayakkabılarını çıkardı, ıslak mermerlerin üzerinde çoraplarıyla şap şap yürümeye başladı. Çaresiz ben de çıkardım ayakkabılarımı. Ama kuru yerleri kollayarak, revaklardaki halıların üzerinden sekerek gitmeye çalışarak onu takip ettim. Islanmamayı kafaya koymuştum. Türbe esnafından biri yanımızdan hiç ayrılmıyor, bize mihmandarlık yapmaya çalışıyordu. Yüksek türbe sandukasının yanındaki bir kapağı açarak, oradaki küçük dolaba girmemizi sağladı. Dua, Fatiha, çıkalım derken, sanki biz okumamışız, okumak aklımıza gelmemiş ve sanki bu uyarıya ihtiyacı olan gafillerdenmişiz gibi aynı mihmandar “El-Fatiha” dedi. Bu bir komuttu. Ben “okuduk işte” gibi bir şeyler gevelerken, yoldaşım ihlasla, bu komutu bekliyormuşçasına, adeta minnettarlıkla diyeceğim bir hevesle, Fatiha’yı bir daha okumaya başladı. Mihmandarın etki alanından çıkmamızı güçleştiriyordu. Sanki “El-Fatiha” komutunu Allah’tan almış gibi davranıyordu. Evet, bu adam safça biriydi.
Türbeden ayrılma vakti gelince, daha önce imalarla ve çarpık tebessümlerle yetinen türbe esnafının bu kez yüzsüzlüğü iyiden iyiye ele aldığını görüyordum. Ellerini açarak, avlu boyunca dış kapıya kadar izleyerek, “bereket” diyerek, para istiyorlardı. Birinin avcuna sıkıştırdığım birkaç bozukluğun, diğerlerini durdurmaya yetmediği anlaşılıyordu. Yoksul yoldaşım, pazar çantasından çıkardığı, eczanelerin içlerine ilaç koydukları küçük poşetlerden birinden oluşan cüzdanından bir iki bozukluk buldu, diğerlerinin ellerine sıkıştırdı. Ne neşesinde bir eksilme vardı, ne bu mutena yerin mehabetiyle bu yüzsüzlük arasındaki çelişkiyi görüyordu. Kesin, saftı.
Oradan çıktıktan sonra onu izlemeyi sürdürdüm. O beni kovmadı, ben de kendisinden huzur ve itminan yayılan bu ufak tefek dervişi bırakamadım (Gel de Şüşteri’nin “Şuveyh min arzı Miknas: Meknesli ufarak Şeyh” şiirini/ilahisini hatırlama!) Onun ne dediğini hemen hiç anlamadan gezdik, bazı esnafa uğradık; kıranta bir fes satıcısından yoldaşıma fes aldık; küçük bir dükkandan bir tespih aldık; niye ve nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde, tespihçinin birden eline açarak ettiği duaya amin dedik, ıslandık, üşüdük.
Bu süre boyunca pek sık tesadüf ettiğimiz istismarcı, itici ya da sevimsiz görünen muamelelerden bağımsız olarak, karşısındakinin hangi ruh durumunda olduğunu umursamadan hep gülümseyen, hep kendi iç bütünlüğünü koruyan, karşısındakine hürmet etmenin kendisine olan maliyetini hesaplamadan davranan bu adamı anlamaya çalışıyordum. Ama sanırım filmler ve romanlarla terbiye edilmiş ve karmaşıklaştırmaya meyyal ruh halim onu anlamama mani oluyordu.
“E, menkıbe bunun neresinde. Sıradan bir hikaye bu.” diyebilirsiniz.
Bilemiyorum, belki de menkıbe oluşu bu sıradanlığındadır.