Sinema dilini yeniden kurgulamak

Sömürgeciliğin Afrika’da bıraktığı izlerden biri kuşkusuz sinemadır. Sinema bir bakıma beyaz sömürgecilerin kullandığı bir öykünme aracı olmuştur. Siyahlar beyazların yaptıkları filmleri seyrederken onlar gibi yaşamanın hayalini kurmuşlardır.

Nelson Mandela’nın hapishane arkadaşlarından Namibya Özgürlük Hareketi lideri John ya Otto Nankudhu anılarında Robben adasında kendilerine her hafta Amerikan filmi seyrettirdiklerini, özgürlük savaşçılarının bu filmleri seyrederken bir Amerikan rüyasına kapıldıklarından söz eder. Çünkü bu filmler özenle seçilmiş pek masum olmayan filmlerdir. Gerçi Amerikan filmlerinin hangisinin masum olduğunu söylemek de zordur.

Günde 18 saate yakın taş ocağında çalışan mahkumlar için film seyretmek kısa bir süre de olsa cennette yaşamak gibidir. Fakat kendilerine sunulan cennet Amerikan sinemasının verdiklerinden başka bir şey değildir. Ava Gardner, Humphrey Bogart gibi isimler onlar için bir kahraman, örnek alınacak kimseler haline dönüşür.

Güney Afrika sinemasını aslında apartheid öncesi ve sonrası diye ayırmak mümkündür. Apatrheid öncesi sinema beyazların elinde ve sinemada tamamen ırkçılık egemendir. Irkçılığı eleştiren filmler yapılmış olsa da bu filmlerde de yine beyaz hegemonik kültürün izlerini görebiliriz. Beyazlar aslında iyi insanlardır bu filmlere göre, onların amacı daha huzurlu bir hayat yaşamak için siyahlara yol göstermektir.

Güney Afrika’da kaldığım günlerde ismini hatırlayamadığım 1976 yapımı bir film seyretmiştim. Filmde yeni evli beyaz bir çiftin Güney Afrika’dan başlayarak Botswan ve o zamanki adıyla Rodezya olan Zimbabwe yolculuğunu anlatıyordu. Filmde yerliler 90 dakika boyunca sadece bir kez gösteriliyor, onların konuşmasını gerektiren bir sahne dahi bulunmuyordu. Filmde aslanlarla karşılaşan çifte yine beyaz sakinler yardım ediyor, onları yenilmekten kurtarıyordu.

1930-1960 yılları arasında Amerikan sinemasının yaptığı “Tarzan, Kraliçe, Kilimanjora’nın Karları” gibi filmlerde siyah insanları da görürsünüz fakat onların bir antropoloğun tasnifi ile biçimlendirildiğini fark edersiniz. Edilgen, yük taşıyan, öldürülmeleri bile önemsiz olan insanlardır yerliler. Ağaçlar, hayvanlar bile onlardan daha önemlidir çünkü bitkiler merak uyandırır ama siyahlar pek ilgi çekmez.

Postkolonyal sonrası Güney Afrika hariç Afrika sinemasında ise Sovyet etkisi görülür. Özellikle Gana, Kongo, Burkina Faso, Mali, Nijerya, Sierra Leone ve Kenya’da yerliler kendilerini sinemada bir muhalif dil kullanarak göstermeye başlarlar. Fakat bu sinema dili de orijinal bir dil olmayıp sosyalistlerin etkisindedir. Daha çok Fransız sosyalistlerinin etkisi ile sosyal hayatın temaları kullanılmaya başlanır. Eşitsizlik, sosyal adaletsizlik, yerellik adına yerlilerin yaşama biçimleri, düşük gelirli insanların hayata tutunma mücadelesi, özgürlük mücadeleleri bu filmlerin ana konusudur.

Postkolonyal dönemde sinemada dikkat çeken iki ülke vardır; Burkina Faso ve Nijerya. Burkina Faso sineması düşük bütçeli, belgesel tarzında özgün yapıtlardır, fakat Nijerya sineması tüketime yönelik daha çok popülist bir dil kullanarak Amerikan ve Hint sinemalarına rakip olma arayışı içindedir. Nijerya sinemasını tüketim kültüründen kurtarmaya çalışmış özgün yönetmenler de yok değildir. Bu yönetmenlerden biri de Ola Balagun’dur.

Nijeryalı yönetmen Ola Balagun’un 1975’de çektiği Ajani Ogun, Afrika sinemasında da bir dönüm noktası aslında. Film hem İngilizce hem Yoruba dilinde çekilmiş olup Yoruba topluluğunu yerel bir sinema dili kullanılarak göstermek istenmiştir. Geleneksel bir kültür yerli bir ağızdan ancak bu kadar başarılı bir şekilde aktarılabilir. Ola Balagun’un sinema dili eleştirel ama ötekileştirici değildir. Postkolonyal Afrikalı yönetmenlerin beyaz öykünmeciliği onda rastlanmaz. O sinema dilini yeniden Afrika gerçeği içerisinde kurgulamayı amaçlar.

Ola Balagun’un benim açımdan favori filmi ise “Özgürlük Çığlığı” adlı filmidir. Bir gazetecinin gözünden Nijerya iç savaşının anlatıldığı filmde yaşanılanların bir din veya etnik savaş değil, batılıların bıraktığı sonuçlar üzerinden bir kavga olduğu filmde ustalıkla gösterilmeye çalışılmıştır.

Afrika sineması Türkiye’ye oldukça yabancı olmasına rağmen Afrika, Türk filmlerini yakından izlemekte. Güney Afrika’da apartheid dönemde arabesk filmleri siyahlar arasında oldukça popülermiş. Güney Afrikalı birinin Ferdi Tayfur dinlediğini öğrendiğimde şaşırmıştım oysaki Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay filmleri, Çin dövüş filmleri ile birlikte en fazla izlenen filmlermiş.
Bugünlerde ise Afrika’ya Türk dizileri girmeye başladı. Yalnız bu diziler arabesk filmlerimiz kadar masum değil. Etiyopyalılar sosyal gençlik adına “Fatmagül’ün suçu ne?, Kara Para, Aşk” filmlerini seyrediyorlar. Bu filmlerde gördüklerini Türk halkına genelleştirerek, Türkiye ile kendi aralarında bir ilişki kurmaya çalışıyorlar. Robben adasında siyah mahkumların kendilerinden olmayan Amerikan yaşam tarzını izlemeleri gibi.

Fakat son yıllarda özellikle üniversitelerde Afrika sinemasına bir ilgi var. Birkaç üniversite kulübünün Afrika sineması haftası etkinlikleri umut verici. Tabii bu noktada Afrika sineması üzerine çalışan Yusuf Ziya Gökçek’in de entelektüel ve akademik katkılarını unutmamak gerek.

Afrika sinema ödülleri 2005’ten beri veriliyor. Bu ödüllerin son yıllarda en dikkat çekici yanı özgün filmlerin ödüle layık görülmesi. Afrika artık kendi görsel dilini oluşturuyor, bu dili oluştururken tüketimi değil yerelliği esas alarak kültürel hegemonyayı kırmak istiyor. Bunun yolu da öncelikle sinema dilini yeniden kurgulamaktan geçiyor…