Önce şu cümleyi bir kuruvereyim: Şeyh, Arapça’da yaşlı demek.
Başlıktaki şeyhin bir yönüyle bu anlamla ilgisi var, bir yönüyle de tasavvufi anlamıyla. Aslında ikisini birbirinden ayırmaktaki zorlukla daha çok ilgili.
Şeyh, tasavvuf söz konusu olduğunda, kalbin der-topunu bilen, düşünce kaldıran, uyuyunca uyaran, sürçünce kayıran bir yol gösterici demek, malum. Ne demek düşünce kaldıran? Dünyaya düşünce, ukbaya kaldıran demek. Sürçünce kayıran? Hatasız kul olmaz, seni hatanla seven, demek.
Bu işlemlerse bazen sözle olur, bazen gözle olur.
Tasavvufi anlamda böyle bir maceraya katılmak, kritik bir tercih meselesi. Oraya girmeyelim. Ama şuraya girelim: Hayatımızda, görünce bize dünyanın faniliğini talim edecek, konuşunca hayat gailemizi gözümüzden düşürecek, o çok önemli dertlerimizi kıymetsiz kılacak birilerine ihtiyacımız var.
Modern toplum düzeni, delileri, sakatları olduğu kadar yaşlıları da görünmez kıldı. Ayak altında dolanmamaları, hayatın akışında bir sekteye yol açmamaları icap eden, bu sebeple de mümkünse buharlaşan, silikleşen unsurlara dönüştüler: Bir yük, bir ayak bağı, yavaşlatan bir kaygı unsuru.
Oysa mesela deliler, bize ortalama bir aklın sağladığı imkanları hatırlatarak ya da yaşlılar, geldik-gidiyoruz ana fikrini canlı tutarak, şu dünyada yitip gitmemize, batıp kalmamıza mani olan yardımcılardı.
Onlarla kurduğumuz her temas bize ya sabır, ya şükür, ya fikir, ama her halükarda bir kalp canlılığı olarak geri dönmekteydi.
Peygamber reçetelerindendir: Yetim başı okşamak, hasta ziyaret etmek, kabristana uğramak, iyi gelir. Kalbe, demek istiyorum.
İşte, bir yetimin, bir hastanın, hatta giderek bir ölünün şeyhe dönüştüğü bir eşikten bahsediyoruz.
Büyük Mehmet Dayımız, önce eşini rahmet-i rahmana gönderdi, kendisi de ardından uçtu. Yoksul ve basit evleri, evlerinden de basit olan eşya ve hayat alışkanlıkları her ziyaretimizde ders niteliğindeydi. Yo, sık görüşüyor değildik. Ayrı şehirlerde yaşayan, bayramdan bayrama buluşan, akraba kalmaya çalışan kimselerdik. Ama onların kaybıyla birlikte hayatımızda, andığımız türden bir şeyhlik müessesenin zevalini yaşadık.
Karı koca, bir de sarıkız, gün doldurmak üzere soluk alıp veriyor gibiydiler. Sadece son demlerinde değil, ben bildim bileli böyleydiler. Yoksul evlerinde, yoksulluğa dair bir ima yoktu. “Yüce Rabbim, gökten yağdırıyor, biz aşağıda süpüremiyoruz”, rahmetli büyük yengenin sözüdür. Yani, yamalı fistanının, kötürüm bacaklarının, buldukça yediği öğünlerin onda bir kırgınlığa, bir gücenikliğe yol açması bir yana; Allah’ın kendisine öylesine bir nimet yağdırdığını, ki bu nimetleri tek tek toplamak bir yana, süpürerek toparlamaya bile yetişemediklerini söylemiş oluyordu. Vay canına, değil mi?
Bu, aşikar ki, tevekkül dersidir, kanaat dersidir, şükür dersidir, ibret dersidir. Hep birlikte kitaplardan değil, insandan talim edilen dersler cümlesindendir.
Kitaplar bize bu menkıbeleri bulanıklaştırarak anlatır. Zihnimiz, dinlediği menkıbeyi dönüştürür, bazen tanınmaz hale getirecek ölçüde çarpıtarak kullanılmaz kılar. Bir kitaptan aldığımız bir kalp dersi, bizde olsa olsa çizikler, yırtıklar açar. Oysa bir insanın, hakiki hayatının içinden taşıp gelen bir ders, vicdanımızda ve ruhumuzda yivler açarak oraya yerleşir. Ağaca yapılan aşı gibi, o dert, o acı, o derin duyuş, bize eklenir, bizde yeni bir idrak meyvesi verecek bir fışkına dönüşür.
Hepimizin bir şeyhe ihtiyacı var. İnsan dersine, insan kitabına ihtiyacımız var çünkü.