Sen ben Akif Emre

 

– Ya seksenaltıdır ya da yirmisekiz

Sultanahmet’ten yorgunluk olup o otobüse bindiğimde

Önce sakalın, gözlüğün ve şıklığın vardı ağabey

Sana dokunduğumda uzundu boyun

Ve bütün devrimlerin rengi henüz siyahtı –

 

Ne dünya yuvarlaktır ne de gemiler bacadan ve dumandan sonra görünür

Ufuk yok da, hadi olsun varsın, ufukta birdendire, fiyonklu bir ambalajın

İçinde kırmızı kurdelamızla, bonusuyuz adını bilemediğimiz pazarlamacının,

Adını bilemediğimiz, yüzü olmayan, sinsice ve sessiz bana kalırsa

Ve biz Pazarları hariç pazarda olmanın adına Cumasızlık diyoruz fıkıhta.

 

Her şey bir varsayım, kuyudayızdır; içinden kuyu geçen cümlelerin gizli öznesi

Boyun düşürürüz, elimiz sol yanımıza gider belli belirsiz, dil ucuyla; ‘dualar müşterek’

Beyaz atlı bir prens bekler gibi beklemek mehdiyi ah kim bilir belki bir kervancı,

Bir saraya satılıyor olmaktan daha büyük bir arzumuz da kalmadı hani

Güneşin battığı yerdeki adımız İslamic Window; ölmeyecek kadar Müslümanız.aslında.

 

Buhara’nın ve Isfahan’ın renginden turkuaz göle

Ve rengini bekleyen dünyanın geri kalanına baktığında

Ne havaya ne suya ne de toprağa düşmeden kırılan

Işıklar eşliğinde Elhamra’yı görebiliyorsun heyecanla

Heyecan; kulağına sefer emri verilmiş atlar kadar

Yüksek yoğunluklu savaşta toprağa düşürülen

Besmele’ye yaslanarak fetholunan beldedeki öncü ezanla

Dudaklara değen ilk su damlasının coşkusunca heyecan

 

Çokça, uzunca ama coşkuyla susuyorsun sonra

Seni anışım bu yüzden ve seni anlatışım çocuklarıma

Senden bahsederken illa ve evvela haritayı açıyorum önüme

Herhangi bir tanrı-devletin mührünün değmediği

Pasaportun kalplerimiz kadar temiz sayfası göz ucunda

Taş taş üstüneyse ve ağaçlar yonga kokuyorsa

Eski köy evlerinin tüm boyalarını ve kireçlerini tırnaklarınla

Kazıyarak evin ilk yüzeyine dokunduğunda

Biliyorum sen oralarda bir yerlerdesindir, susuyorsundur

 

Cümlemizin cümlesi; pişmiş topraktan taşa yolculuğu anlatan

Buhara Kalan Minare’den kalkıp Divriği’ye varan

Diz çöküp yere, diplomalarını Gök Medreselerden alanların

Ve köprülerimizin…

Köprüler; üzerinden geçen kadar Müslüman, üzerinden her geçene Müslüman

Bir de evlerimiz bize benzer bizim;

Bağrımıza taş basarız, ahşaptandır gönlümüz, ruhumuz toprak

Bu yüzdendir hep mahalle düşleyişimiz

Dip köşeden köşe bucağa dek bizim mahalle

Bize Bosna’yı sorsalar oteller bir türlü gelmez aklımıza

İlla dar sokaklar ve yamaçlar bir de Mağribiye Camii’nden taşan takkeli çocuklar

‘Komşuda pişer bize de düşer’ değil bizde pişer komşuya düşer

 

Biz varken devlet yoktu, bizden iktidarlar gördük yalnızca

Wesphalia’ya giderken aldı da bir yağmurdaki yağmura dek bizden

Ve biz; sağanağa tutulunca umurlarında olmadığımız

Fakat kesilince yağmur dua için akla gelendik

Devlet; yanımızda olmayanın adı, çaya katık edemediğimiz beton

Biz İstanbul’duk devlet Ankara’ydı, Ankara’da ölür İstanbul’da dirilirdik

Çünkü biz; medeniyet adlı tek bir kelime kurmadan medeniyet kuran

Çarşısıyla, hanıyla, hamamıyla, camisiyle, tedrisiyle ve illa Peygamberiyle Kur’an.

 

Andersen’den Masallar değil Andersen’e Masallar zamanı bugün

Ambalajlanmış ne varsa tükenir de yalnızca ambalaj kalır elde

 

-Şehrin dışından koşarak gelen adamınızı hatırlıyor olmalısınız

Bir otostop sahnesinde, tarafsız bölgede geçen o uzun zamanda

Tanıyormuşsunuz gibi gelen sokaklara düşen ayak sesinde

Yollar evet yollar, ezbere ve rutin, mecburen ve daima

Yeniden, yeniden ve yeniden yürüdüğünüz yollar

Hatırlıyor olmalısınız uyarıcının sizi de uyarmakta olduğunu-

 

Ve biz üçümüz, şimdi size ambalajsız bir soru sorsak;

‘İçinizde Müslüman olduğu anı hatırlayan var mı?’

Not: Bu şiir itibar dergisinin 43. Sayısında yayınlanmıştır