Şehrimizde boşluk bulunmamaktadır

Derdinden dağlara çıkmak… Kendini çöle vurmak… Harabeleri ve mezarlıkları mesken tutmak…

Bazı klasik anlatılarda, birçok sufi ve âşık için böyle ifadelere rastlanır. Bazıları hayatlarının çoğunlukla erken bir evresinde ve muvakkaten, bir kısmı yaşadıkları hayati bir kırılma neticesinde ve daimi olarak, böyle bir yabanıl hayatı seçerler. Kiminin hikâyesi mutlu sonla biter, kimininki acıklı.

O günkü şehirlerin nüfuslarını, gürültülerini, trafiğini, şehirli üzerindeki tazyikini filan düşününce, bu ifadeler bana çoğu kez tuhaf ve anlaşılmaz gelirdi. Öyle ya, sadece elli bin kadar nüfusu olan bir yerleşim yerinin büyücek bir şehir sayıldığı o çağlarda, insanın yalnız kalmak için, bu kadar zahmete, ne bileyim.

Bu menkıbelerden bir kısmında, bu yabanıl çekilmeyi seçenlerin şiirle, sazla sözle yakınlaşmaları da vardır. “Nasılsın hocam?” diye sorulunca, karşılık olarak bir beyit okuyanlar az değildir. İnsan duyarlığında bir keskinleşme belirince, kavrayışında bir eşiği geçtiğini hissettiğinde, gündelik dilin ve bildik açıklamaların üstüne yönelince, kendisini o sınırda bekleyenin şiir, paradoks ya da sanat olduğunu görür ya, öyle.

Bir de bu taşraya yönelmeye, hayvanlarla kurulan dostluklar eşlik eder. Yaygın olanı, güzelliğin tartışmasız imgesine dönüşmüş olan ceylanla dostluktur. Buna, kuşlarla, aslanla, kaplanla dostluk da eklenebilir. Bir veliyi kucağında ceylanla melûl ya da yanına kedi gibi serilmiş bir aslanla düşünceler içinde resmeden minyatürlere rastlamak nadirattan değildir. O yalnız ve kederli insan, bir canlıya olan hasretini, suskun, düşünmeyen, yargılamayan, herhangi bir imgeye dönüştürülmesine izin verecek bir uysallığa bürünmüş, insanın düşünce ve sözlerinin kişiliksiz bir aynası olmayı üstlenebilecek bir alçakgönüllülük eşiğinde duran bir hayvanla dost olabilir. Bu hayvan onun inzivasını bozacak kişi değildir.

Bütün bu, yalnız insandan, şiirden ve hayvandan oluşan kadro her zaman boş, boşaltılmış, böylece nefes alan, düşüncenin yüzmesine elverişli bir dekorla buluşur. Bu dekor, ya doğanın işlenmemiş alanıdır (mesela bir dağ başı, bir su kenarı) ya da işlenmiş ama artık doğaya terk edilmiş bir yerdir (mesela mezarlık ya da harabe). Düzensiz ağaçlar, geniş çayırlıklar, kuşların hareketlerinin gözlemlenebileceği ya da rüzgârın önünü kesmeyen boşluklar vardır. İnsanın müdahalesi uzakta kalmıştır. Öteki insanın gözü de uzaktadır. Bu dekor, oraya sığınmış insana sürekli, bir insan ilgisinin ve bakışının dışına çıktığı duygusunu aşılar. Bir kuş, yandaki ağaçtan ötekine konar. Bu hareket, dekorun yarattığı havadarlık sayesinde kristalleşir, görünür olur, kaçırılmaz hale gelir. Böcekler acelesizce otların uçlarını eğen yürüyüşlerini sürdürürler. Bir arı, çiçek tozuna bulanmış bacaklarını, telaşsızca temizler. Bütün bu olaylar, eskiden olmadığı kadar görünür, eskiden olmadığı kadar çarpıcıdır.

O kaçan insan, biraz da bu el değmemişliğin kurduğu saate kaçar. Yavaşlığın egemenliğine. İnsan bakışının değmediği, değip anlamlandırmadığı, anlamlandırıp imar etmediği, imar edip yaralamadığı bir boşluğa. Burada zihin ve imgelem, insan eliyle yapılmamış simgelerle karşılaşacaktır. Her bir simge, o insanın ruhunun el değmemiş kuytularında kendi dengini arayıp bulacaktır. Bu karşılaşma, olgun bir narın çatlaması gibi, o derinlerdeki uyuyan, sinmiş, tembelleşmiş kuvvelerin kabuklarını çatlatır. İnsan böylece, kendi ruhunun derinlerindeki tabiatla, dış dünyadaki tabiat arasındaki bakışımlılığın ortasında kalır. Bu kertede, iki tabiatın benzerliği ona yeni bir dilin imkânını verir. İçini, dışa bakarak açıklayabilecektir. Derdini rüzgâra bırakması, bülbülü kafa dengi görmesi, dumanlı dağlarla konuşması artık mümkündür.

İstanbul’un Kuzey-Batı yönündeki sınırlarına doğru ilerlerken -ki bunu hemen her gün yapıyorum- yüksek binaların, cüsseli AVM’lerin, o büyük binalar gibi gezinen tırların hemen ardında, sadece birkaç sene daha öyle kalması muhtemel boşluklar; tasarlanmamış, insan düzeninin ırgalamadığı arsalar görüyorum. Bu boşluklarla karşılaşınca, melankolik bir Doğu Avrupalı yönetmenin filminde ilerlemeye başlıyorum. Büyük şehirlerde eksik olan şeyin ne olduğunu apaçık anlıyorum: Boşluk. Değerli, ilham veren, sessiz boşluk. Olmayan bu.

Klasik ve modern edebiyatın, aynı zamanda düşünce ve sanatlarının mukayesesi için dikkate alınması gereken unsurlardan biri de işte bu boşluk-doluluk gerilimidir diye düşünüyorum.