Sabah, en çok da ilk anlarıyla, büyüler. Gündoğumu anı, göğün, gece boyunca içinde tuttuğu aydınlığı bir hamlede bırakmaya zorlandığını hissettirir: Güneş, neredeyse aceleyle, bir çırpıda doğuverir.
Güneşin doğması, ışığı kapatan bir bendin yıkılıvermesi gibidir. Ortaya, göğe ve yere ışık boca edilmektedir. O ana kadar, karanlığın içinde birbirinden farksız ama birbirine benzeyerek uyuyan eşya, birden ayrılır, farklılaşır, kendiliğinin farkına varır.
Sabah, bu aydınlığın patladığı, bu eşyanın uyandığı vaktin kendiliğinden dini olan bir yanı vardır. Sabah, adeta dinde temellenen bir anlamın temsilidir. Aslında bütün tabiatta, dini duyuşun bazı modelleri içkindir. İnsan tekinin derununda bulduğu dini, irfani duyuşu, tabiattaki bir model, bir temsil tefsir eder. Neredeyse, insanın içiyle tabiatın dışı arasında bir bakışımlılık egemendir. Bu durum sabah için daha da belirgindir. Niçin?
Çünkü sabah aydınlanmanın temsilidir. Dış dünyada patlayan bir ışık bombası gibi sabah, birkaç dakika içinde tabiatı dönüştürür, görünür kılar, gece boyunca gizlenmiş hakikati ortaya serer. Sabahı tecrübe etmek, sabahtan önce de hakikatin orada bulunduğunu ama perdelenmiş olduğunu tecrübe etmektir. Sabah, tabiat dekorunu kuran ve eşyayı var kılan bir yaratıcı değildir. Tabiat sadece, bu dekoru aydınlatan, eşyayı görünür kılan bir aktördür. Birkaç sabah tecrübesi bize, geceyle birlikte perdelenen hakikatin sabahla birlikte erişilebilir olduğunu söyleyecektir. Yine bize, hakikati bizim yaratmayacağımızı, kurgulamayacağımızı, biçimlendir-meyeceğimizi, sadece aydınlıkla birlikte ona tanık olacağımızı da söyleyecektir.
Seher vakti biz ehl-i iman için bu yüzden de önemlidir. Çünkü o, insanın derunundaki tenevvürü, aydınlıkla dolma halini, bir model olarak hemen önünde, bütün haşmetiyle bulduğu bir vakittir. Tabiatın dışındaki bu doğum hali, insanın bâtınındaki doğum halini adeta yansılar. İnsan, içindeki doğumu gözlemlemek, onun hakkında konuşabilmek için önünde hazır ve kapsamlı bir model bulmuştur.
Bugün, sabahın istila edildiği, sabah gibi benzersiz bir tenevvür/aydınlanma temsilinin yağmalandığı bir çağdayız. Bugün bizler için sabah, kudemanın tecrübe ettiği doğum anı değil artık. Sabah, zorlandığımız, baş etmek zorunda kaldığımız, giderek aşmaya çalıştığımız bir evre.
Sabah, bize artık daha çok dünyevi olanı çağrıştırıyor. Gün boyunca yapılacak görüşmeleri, atılacak imzaları, binilecek otobüsleri, çıkılacak merdivenleri, sıra ve telaşı, hız ve gürültüyü. Geceden gündüze geçişe adeta yudum yudum tanık olmanın getirdiği doyma halinden eser yok. Aksine gündüzün doğmasına kahrederek uyanıyor çoğumuz.
Çünkü şehirlerimiz ve evlerimiz geceleri gündüzden farksız. Her yer aydınlık, hatta bazen gündüzden daha aydınlık. Birbirini gölgeleyerek boğan binaların, gün boyunca evleri loşlaştırdığını düşünürseniz, bazı hanelerin gecelerinin gündüzlerinden daha aydınlık olduğunu da görürsünüz.
Güneşe ihtiyacı olmayanın, güneşi karşılamaya da ihtiyacı yoktur. Bizler, güneşsiz de idare edebileceğini varsayanlar, seheri, sabahı, güneşi karşılamak için içimizde yeterli merakı ve ihtiyacı duymuyoruz. Güneş bizim için artık tabiat ölçeğinde bir neon ışığından farksız. Alttan alta, bir gün o büyüklükte bir lamba yapabileceğimizi ve güneşe ihtiyacımızın tamamen sona ereceğini düşünüyor da olabiliriz.
Sabahı kaçırmakla en çok, andığım o temsili idrak fırsatını kaçırdığımızı düşünüyorum. Bu tür temsiller çok kökenseldir, çok fıtrata yapışıktır. Bu temsiller, içle dış, insanla tabiat arasındaki bakışımlılığı ve dolayısıyla tabiattan manen beslenmeyi sürdürülebilir kılar. Dış dünyada yer alan bu çapta bir temsili anlamaktan mahrumiyet, iç dünyadaki o çapta bir mahiyete ve manaya vakıf olmaktan mahrumiyeti doğurur.
Sabahın ilk ışıkları açarken, sokaklarda, duraklarda bekleşen çocukları görüyorum. İlk derslerine yetişmenin telaşında olan, yataktan kopartılmış minik bedenler. Bu mübarek saatleri, yerince ve usulünce karşılamıyor olmanın bütün ağırlığı ve biçimsizliği üzerlerinde. Gündüzün bu ilk saatlerinde homurdanarak uyanan bir tanrıya sunulmuş kurbanlar gibi duruyorlar: Şaşkın, uykulu, tedirgin ve yerini yadırgayan. Eğer bu anlara, duyarak, duyumsayarak, dinginlik içinde, bir mucizeyle tanışmanın uyanıklığında tanık olsalardı, bu zavallı halleriyle alacakları derslerin topundan daha asli, daha temel bir dersi almış olacaklardı.