Esasen insanoğlunun kendisine rızık olarak verilenden istifade etmesi gerektiğine inananlardanım. Biriktirmeye teorik olarak karşı olduğumu söyleyebilirim. İnsan kazandığını sarf etmelidir. İşin tam da burasında cimrilikle müsriflik arasında hakça ve adilane bir pozisyonu üretmeye dair bir zorunluluk devreye girer.
Rızkı Allah verir. Biz böyle inanır ve bu inandığımız şey hususunda asla şüpheye düşmeyiz. Kur’an-ı Kerim’de müteaddit defalar Allah’ın rızkı yayıp genişletmesinden ve kısmasından bahseder. O dilediğine rızkı bol verir dilediğinin rızkını kısar.
Bize düşen Allah’ın bizim için tayin ettiği rızıktan istifade etmektir. İstifade etmeyi iki şekilde anlayabiliriz. İlki kendimiz için ikincisi ise bizden başkalarının bize tayin edilmiş rızıkta hakları olduğunun farkındalığı ile infak etmektir. Her ikisi de kişisel istifademiz anlamına gelir. Her iki hususu birer ayetle örneklendirecek olursak;
Elmalılı Hamdi Yazır’ın o güzel Türkçe ile tercüme ettiği ayet-i kerimede Cenab-ı Allah şöyle buyurur;
“Hem Allah’ın size merzuk kıldığı ni’metlerden halâl ve hoş olarak yeyin hem de kendisine mü’min bulunduğunuz Allah’dan korkun” (Maide Suresi 5)
Yine Elmalılı’ya müracaat etmiş olalım;
“Söyle: o iman etmiş olan kullarıma: namazı kılsınlar ve kendilerini merzuk kıldığımız şeylerden gizli ve açık infak etsinler, öyle bir gün gelmeden evvel ki onda ne alım satım var ne dostluk” (İbrahim Suresi 31)
Kazandığımız şey, rızık olarak bize tahsis edilmiş olan şey olmakla beraber, bu kazandığımızın üzerine kendimizin ya da bir başkasının asla istifade edemeyeceği bir biçimde kapanmak, onun dolaşımına engel olmak, harcamamak, öyle bir biriktirmek ki, onun oluşturacağı muhtemel (bir ekonomi terimi ile ifade etmiş olayım) çarpan etkisinin önünü kapamak bizim inancımıza göre doğru değildir.
Para, esasen bir değere tekabül eder. Bu, bütün insanlık tarafından ‘değer’ olarak kabul görmüş bir şeydir. Ve bir ‘otorite’ tarafından tanzim edilir. Parayı, bileğimizin hakkıyla, alnımızın teriyle, zihnimizin ürettiği fikirlerle, yeteneklerimiz vasıtasıyla ortaya koyduğumuz tasarımlarla, toprağı, alet edevatı, emeği, girişimciliğimizi kullanarak ürettiklerimizle, elimizde var olan bir malı elimizden çıkararak elde ederiz. Paranın başkaca biçimlerde, mesela faizle, gaspla, hırsızlıkla, dolandırıcılıkla elde edilme halleri gayri meşru olduğundan dolayı burada konumuz dışında olduğunu ifade etmem gerekiyor.
Toplumsal düzlemdeki iktisadi faaliyetin sıhhati için, herkesin meşru yollardan kazandığının yine meşru kanallar vasıtası ile dağılıyor olması icap eder. Bu bir denge halidir. Bir konut satın aldığınızda sadece bir müteahhidin cüzdanına para koymuş olmazsınız. Aldığınız bir tek ekmek ile, ekmeği satan tezgâh sahibinden, sıcak fırın karşısında kürek sallayana, un çuvalını sırtında taşıyandan tarlasında buğday hasadını yapan köylüsüne kadar herkes nasiplenir. Ya da bir fukaraya geçimini temin etmek maksadıyla infak ettiğiniz bir meblağ sadece onun cebini ilgilendirmez.
Bütün bunlar, sizde, Allah’ın takdir etmesi sonucu nasibinizce toplanmış olan rızkınızın dağıtılması anlamına gelir. Sizin satın almanız ya da infak etmeniz neticesinde de eğer o paranın dolaşımı muhatabınızda nihayet buluyorsa, bu durumda da toplumun göreceği bir zarardan bahsedebiliriz.
Kur’an nazil olmaya başladığında, gelen ilk ayetlerin önemli bir kısmında, ‘vermek’ kavramı vardır. Bu verme eylemi sanıldığı gibi zenginden fakire doğru gelişen bir eylem biçimi de değildir. Kim ne ile rızıklandırılmış ise ondan vermekle yükümlüdür. Bu ayetler birbiri ardına gelmeye başladığında, sahabe efendilerimiz, İslam’ın vermekten ibaret bir din olduğunu bile düşünmeye başlamışlar. İşte öylesine yoğun bir verme emrinden bahsediyorum.
Son zamanlarda sanırım siz de aşağıya alıntıladığım tarzda bir habere muhatap olmuşsunuzdur;
“Dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesimi ile geri kalan yüzde 99 arasındaki refah ayrımı giderek büyüyor.
İsviçre merkezli uluslararası finans kuruluşu Credit Suisse’in yayınladığı son ‘Küresel Refah Raporuna’ göre dünyanın en zengin yüzde 1’i, 2000 yılında küresel hane halkı varlıklarının yüzde 45,5’ini elinde bulundururken, 2017’de bu oran yüzde 50,1’e çıktı.”
Ya da şöyle bir haber;
“Kar amacı gütmeyen Oxfam tarafından yayınlanan yeni bir rapor, geçtiğimiz yıl dünyada oluşturulan servetin yüzde 80’inin dünyanın yüzde 1’ini oluşturan zengin azınlığa aktığını söylüyor.
Yayınlanan raporda 2017 yılında dünya nüfusunun 3,7 milyarını oluşturan fakir bireylerin servetinin 42 insanla aynı seviyede olduğuna dikkat çekildi.
Oxfam Birleşik Krallık yöneticisi Mark Goldring, dünyanın yüzde 1’i aslan payından faydalanırken geri kalan kişilerin bundan mahrum kaldığına ve bunun küresel ekonomide ciddi bir sorun olduğuna değiniyor.
Zenginliğin zirvede yoğunlaşmasının gelişen ekonomiye bir işaret olmadığını söyleyen Goldring, bunun çok düşük maaşlarla çalışarak gıda ürünlerimizi yetiştiren ve kıyafetlerimizi diken milyonlarca çalışkan insanın başarısız olduğu bir sistem sorunu olduğunu belirtiyor. Milyarderlerin serveti 2006 ve 2015 yılları arasında yıllık yüzde 13 artış sergiledi. Bu oran işçi maaşlarındaki artışın 6 katı.
Rapora göre Bangladeşli bir tekstil çalışanının hayatı boyunca kazanacağı parayı, aynı tekstil şirketinin yöneticisi yalnızca 4 günde kazanıyor.
Peki gelir dağılımındaki adaletsizlik ne zaman sona erecek? Yayınlanan araştırmaya göre küresel çapta gelir eşitsizliği/adaletsizliği şu anki seyri ile ancak 217 yıl sonra sona erecek.
İsviçre bankası Credit Suisse’ten alınan veriler doğrultusunda hazırlanan raporda en dikkat çekici nokta ise 42 kişinin servetinin 3,7 milyar kişinin servetine denk gelmesi. Bu da neredeyse dünya nüfusunun yarısına denk geliyor. 2009 yılında bu oran 380’e karşı dünyanın yarısıydı.
Bloomberg tarafından Aralık ayında derlenen bir veriye göre 2017 yılında dünyanın en zengin kişileri servetlerine 1 trilyon dolar daha kattı. Bu kazanç 2016’daki kazancın tam 4 katı.”
Durum bundan ibaret.
Şayet, paranın bir şekilde kendisinde toplananlar, kendisine rızık olarak verilenden kendileri için sarf edip bununla beraber infak etmiş olsalardı bu tablo ile karşılaşmış olmazdık.
Sorun öyle çok ama çok uzağımızda değil, tam da burnumuzun dibindedir.
Öyleyse;
Her birimiz, en azından kendi ölçeğimizde bu davranış biçimini kuşanarak bu davranış biçimimizin yaygın hale gelmesi için çaba göstermeliyiz. Bu söylediğim belki küçük bir adımdır ancak insanlığın çıkış yolu buradan geçer.