“Reis’in bir bildiği var”

shutterstock_214788814

Uzun süredir gündemde olan Türkiye-İsrail anlaşması nihayet tamamlandı.

Bu anlaşmayla Türkiye’ye fazlasıyla taviz verildiğini ileri süren İsrail medyasından mülhem olarak, AK Parti’yi destekleyen yerli medyada da bir başarı havasının estirildiği malum. Buna karşılık, özellikle bu ve benzeri meselelere hamaset perspektifinden yaklaşanların, Filistin davasının satıldığına dair cılız itirazları olduğu gibi, anlaşmayı ne bir övgünün ne de bir yerginin konusu yapmaksızın temkinle, tedbirle hatta biraz istifhamla yaklaşanların sessizliği de söz konusu.

Bunlardan hangisinin doğru olduğunu belirleyebilmek için anlaşmanın içerdiği şartları ayrıntılı olarak bilmek durumundayız. Ancak, dünya devletleri arasındaki anlaşmaların hiçbirisinin içeriği tam olarak bilinemez. Bilinebilmesi için o anlaşmaların üzerinden uzun yılların hatta asırların geçmesi gerekir. Çünkü iki devlet arasında yapılan bir anlaşma mutlaka ve mutlaka başka devletlerin çıkarlarına aykırı bir yön taşır. Seviyeli, dengeli, tutarlı dış politika dediğimiz şey nihayetinde devletlerin şu çoğul (ve değişken) çıkarlar dünyasında çıkar farkından doğan çatışmaları en aza indirme gayret ve başarısından öte nedir ki?

Bu manada, Türkiye-İsrail anlaşmasında da bizler, bize bildirilen şekliyle anlaşmaya vakıfız ve dolayısıyla bir aysbergin gösterilen ucundan büyüklüğüne hükmedercesine anlaşmanın mahiyetine hükmetmekteyiz.

Buna göre Türkiye ile İsrail hangi konuda anlaştıklarını bildirdilerse, biz de ona göre konuşuyor olacağız:

İsrail’in Gazze’ye mahsus, zaman zaman su, aydınlatma ve gıda darlığı, ilaç kıtlığı gibi hayati konulara isnat eden çok yönlü bir abluka uyguladığı malumdur.

İsrail bu ambargoyu öncelikle bu yönde Türkiye lehine gevşetmiş olacak. Türkiye’de liman inşası, su arıtma tesisi ve elektrik santrali kurulması, hastane ve okul yapılması, limitsiz gıda ve ilaç sevk edilmesi konularında, İsrail’in bilgisi dahilinde altyapı olarak nitelenebilecek kimi yatırımlar yapacağı gibi, Gazze’de yaşayan iki milyon Filistinlinin gündelik hayatının iyileştirilmesi için gerekli olan mal ve malzemeyi oraya transfer edebilecek. Ayrıca İsrail Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara’ya tecavüzünde şehit ettiği insanların ailelerine tazminat ödeyecek.

Bunlardan (yani bize bildirilenlerden) baktığımızda söz konusu anlaşmanın olumsuz bir tarafı olmadığı gibi, Ak Parti iktidarının başarısına hükmedilmemesi için hiçbir neden yok.

Ömürlerinde bir kere Gazze’ye, iç tarafta adacıklar şeklinde İsrail tarafından kuşatılmış Filistin (devleti) şehirlerine gitmemiş olan hamasetçilerin (romantik dindarların) yayın organı durumundaki gazete ise bunlara karşılık şunu yazıyor:

“Türkiye’de zoraki ‘zafer’ söylemleri geliştirilmeye çalışılırken, hükümete neredeyse her istediğini kabul ettiren İsrail ise maalesef ‘otorite olarak’ tanınmanın, HAMAS’ı by-pass etmenin, Gazze ambargosunu meşrulaştırmanın ve Avrupa’ya Türkiye üzerinden uzanacak olan petrol-doğalgaz boru hatları projelerinin sevincini yaşıyor.

İsrail’le yapılan anlaşmanın kirliliğinin örtülmesi için her yola başvuruluyor. Tepkiler dinsin diye, uzmanlar ‘sipariş yorumlar’ yapıyor, gazeteler ‘sipariş manşetler’ atıyor, televizyon kanallarında İsrail güzellemeleri sürekli işleniyor… Konuşması gerekenler ise gördüğünü, bildiğini ve inandığını söyleyemiyor. ‘Gazze nefes alacak’ savunmasıyla da İsrail’le el sıkışırken bile Gazze istismar ediliyor.”

Bu görüşlere destek veren radikaller de yok değil. Nitekim “İsrail’le örtünen çıplak kalır” çıkışıyla İHH’nın neden olduğu (ve özür dileyerek kapattığı) tartışma bu cinsten bir destekti.

Hem Türkiye-İsrail anlaşmasının bilinen kısmının hem de vaki itirazların dışına çıkarak baktığımızda ise, öncelikle şunu belirleyebiliyoruz:

FETÖ elemanlarının, adeta mütedeyyin ve merhamet sahibi insanların iliğini sömürerek, kurdukları derin tezgahlarla kimi ticari grupları haraca keserek elde ettikleri maddi imkanı Türkiye’yi dünyaya kötülemek için kullandıkları ve bunda belli oranda etkili oldukları bilinen bir husustur.

Ayrıca, hizmetçisi oldukları malum çevrede “nasılsın canım John” muhabbetiyle karşılanan ve asıl görevleri Batı medyasını Türkiye aleyhine bilgilendirmek olan güya gazeteci rolündeki hainlerin de FETÖ elemanlarına koşulsuz destek verdikleri de bilinen bir durumdur.

Türkiye İsrail ile anlaşmakla öncelikle “devlet aklını ve imkanını” kullanarak, bu olumsuz operasyonu akim bırakmayı sağlamış olacaktır.

Devlet aklı ve imkanı ise, “laik, demokratik, üniter sosyal hukuk devleti” esasına isnat etmektedir. Osmanlı tarafından yönetilmiş Müslüman halklara ve onun dünyanın birçok yerinde bulunan eserlerine sahip çıkmak bir AK Parti projesi olarak bu esasın “kıyıcığına” eklenmiştir.

Diğer bir ifadeyle, laik, demokratik, üniter sosyal hukuk devleti yöneten lider olarak Recep Tayyip Erdoğan, İran devletinin çok daha aktif ve sonuç üretici olarak çeyrek asırdır yaptığı bir uygulamayı, hem sistemin güvenliği hem de Osmanlı’dan devrolunan sorumluluğun mümkün olabildiğince yerine getirilebilmesi adına Türkiye’de yürürlüğe koymuştur.

Bu manada İsrail’le yapılan anlaşma son tahlilde laik, demokratik, üniter bir sosyal hukuk devletinin yaptığı anlaşmadır ve Osmanlı’nın emaneti olan Filistinlileri “de” içermesi, Erdoğan’ın ecdadının emanetini, Müslüman lider olmanın sorumluluğunu müdrik olmasındandır.

Dolayısıyla, AK Parti’ye oy verdikleri halde, devletle aralarında makul bir mesafeyi sürekli olarak gözetmekten de geri durmamış olan Müslümanların, bu anlaşmayı devlet anlaşması olması bakımından bir başarı olarak görmeleri beklenemeyeceği gibi, işgal ve tecrit sürecinde bulunan Filistinlilere sahip çıkılmasına mümince hakkaniyetleri nedeniyle olumsuz bakmaları da beklenemez.

Dolayısıyla bu anlaşmanın ikinci yararı, velev ki salt devletin arka bahçesini sağlama alma çabasıyla da olsa, mazlum ve mağdur Filistinlilere zor günlerinde yardımcı olmasıdır.

Doğalgaz vb. uluslararası boyutta uzun vadede faydalar sağlayacak ortak faaliyetleri de dahil edersek, söz konusu anlaşma “bugün için” devlet aklının isabetle gerçekleştirdiği bir anlaşma olarak öne çıkmaktadır.

“Bugün için” deyişim, yukarıda zikrettiğim çıkarların ve onlara mahsus çatışmaların dinamik olmasındandır. Devlet bu dinamizmi, öncelikle şu ya da bu inanca, değere göre değil, “devlet-i ebet müddet”e göre yani kendi hayatına ve çıkarlarına göre izler ve dönüştürür. Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın bu esasta dini de gözetiyor olması Sultan Abdülhamid’ten ona kadar ihmal edilmiş bir haslettir ki, romantik Müslümanlarla, radikallerin Türkiye-İsrail anlaşmasına itirazı bu gerçeği ıskalamalarından kaynaklanmaktadır.

Bunları derken, “Reis’in bir bildiği var” şeklindeki bir teslimiyete düşülmesi gerektiğini söylemiyorum. Son tahlilde Reis’in bir bildiği varsa bu her şeyden önce devlet-i ebet müddete dahildir, onun Müslüman bir lider olması ise İslam ümmetinin bir kazancıdır.