BBC, vakti zamanında çocuklar arasında bir araştırma yapar. Soru şudur: “Televizyonu mu, yoksa radyoyu mu daha çok seviyorsun?” Sonucun televizyon lehinde çıkmış olduğunu bilmek için kahin olmaya gerek yok. Ama şaşırtıcı olan şu ki bazı çocuklar da radyoyu tercih etmişlerdi. Bu çocuklardan birinin, “Niçin radyo?” sorusuna verdiği cevap şuydu: “Çünkü radyo dinlerken daha güzel şeyler görüyorum.”
Bu sivri çocuğun, başkasının gördüğünü de gösterdiğini de görmeye ihtiyacı yok. Ve zihninin havalanabilmesini, tam da bu bağımsızlığına borçlu. Oysa bizler çoğunlukla mutluluğumuzu ve belki de akıl sağlığımızı, hepimizin birden gördüklerimizin ortak oluşuna borçluyuz, yani öyle olduğunu düşünürüz. Herkesin gördüklerini görebilmek, herkesin düşündüklerini düşünebilmek, bizi çirkin ördek yavrusu olmaktan alıkoyar. Sağduyu diye güvendiğimiz yetke bizi mütemadiyen ortak kabullere, ortak akla, “televizyon”a çağırır. Birlikte aynı şeyleri görürken, yalnız olmadığımıza dair inancımız pekişir. Gerçekteyse, gördüklerimizin ortak olmasını ölümüne isterken, yalnızlığımız bu isteğimizin derinliğinden ve şiddetinden beslenir: Bizi farklı ve böylece zengin kılan bir iç dünyamız yoksa, sadık rüyalardan yoksun isek, yolumuz manevi tecrübe duraklarından geçerek şahsileşmiyorsa, bize benzeyen o milyonlarca “dünya vatandaşı”nın arasına karışmak için can atarız.
Şahsileşme ifadesine takılmanızı umarım. Mümin, manevi tecrübeler yaşadıkça diğer müminlerle birörnek olmaz. Aksine şahsileşir, kendi biricik macerasını yaşamaya başlar. İnanmanın ve dogmanın müminleri tek tipleştirdiğini söyleyenlerin nüfuz edemeyecekleri bir alandan bahsediyoruz. Müminler, omuz eskiten saf tutuşlarıyla, aynı sofrayı, aynı ülküyü ve amentüyü üleşmeleriyle, sadece görünüşte tektipleşirler. İş, manevi tecrübe düzeyine gelince, orada herkes kendi macerasını yaşamaya, kendi haritasını açmaya başlar.
Biraz açalım: Her bir insanın biricik olduğunu söyleyen popüler psikolojinin söylemi, bizi görünüşteki farklılaşmaya çağırır. Dışta marjinalleştikçe, taleplerde ve gustoda farklılaştıkça bizim de kendimizi farklı, yegane, benzersiz hissedeceğimizi talim eder. Bu çağrı aslında içerideki çölleşmeyi gizlemenin bir yoludur. Pek de havalı olmayan bir kavramsallaştırmaya gidelim: “Düdüklü tencere etkisi”dir bu. İçimiz şişmiş, basınçla dolmuş, sürdürülemez bir manevi hayata düçar olmuştur. Dışarıdan, telaşlı, gürültülü, havalı (hava kaçıran), tehlike saçan, dikkat çeken olmamız aslında içerideki bu basınçla alakalıdır. İçeride bir dengeye ve muvazeneye sahip olsaydık, dışarıdan bu kadar dikkat çekmeyecektik.
Bazı tasavvuf yollarında mürşidler, manevi eğitim müfredatının sonuna gelmiş ve mezun olan müridleri -sanki kendileri müridmiş ve o mürid de mürşidiymiş gibi- karşılarına alıp onların tecrübelerini dinlerler. Çünkü, derler, her maneviyat yolcusu kendi şahsi yolunu, kendi biricik tecrübesiyle kat eder. Bakalım bu yeni mezun hangi tecellilere muhatap, hangi manalara vakıf olmuş. “Her an yeni bir işte olan Allah” her taliple benzersiz bir üslupla ve biricik bir yolla muhatap olur çünkü. Kabul, her eğitimin olduğu gibi maneviyat eğitiminin de, ana hatları çıkartılmış bir güzergahı, doyurucu fikir veren bir haritası, bir müfredatı vardır. Ama bütün bunlar çok geneldir, çok büyüktür, çok kabacadır. Asıl olan, yolcunun şahsileşen serüvenidir.
Şimdi bu noktada bunun manevi bir bireycilik olduğunu da söyleyebiliriz. Ya da modern Batı bireycilik-merkezlidir sanılsa da, aslında birey orada ölmüştür, demek de mümkündür. Kendi manevi patikasını aça aça ilerlemiş, ruhunun labirentlerini tek tek keşfetmiş ve sonunda kendi menkıbesini yaşamış biri nasıl fert olmaz da, cari ve egemen akılla aynı kaptan beslenen birisi fert olur?
Rahmetli babam esnaftı. Müşterilerimiz de hemen hep marangozlar ve mobilyacılardı. Bu marangozlardan biriyle sohbet etmeyi severdim. Diplomasızdı. Klasiğinden ve en kadiminden başlıklarla ilgilenen felsefe kitapları okurdu. Onu bu metinlere hazırlayan bir sürece tabi olarak eğitim almış değildi. Bu sebeple, bu metinler onun için, afili bir müfredatın parçası ya da entelektüel sınıfa dahil olmasına yardım edecek kültür kazandıran kitaplar değil, bir zamanlar düşünmeyle meşgul olmuş, hayatın en köklü ve yalın sorularına muhatap olmuş bazı zihinlerin temrinleriydi. Bu sebeple gocunmadan ve o isimlerin altında ezilmeden kendisi de filozofça düşünür ve en önemlisi de sorardı. Planyasının ya da hızarının başında, zaman hakkında düşünür ya da bir alacağıyla ilgili yaşadığı krizi hukuk felsefesi bağlamında tahlil ederdi. O marangozun, şimdiye kadar gördüğüm en orijinal felsefecilerden biri olmasını, felsefeyi kendisine gösterildiği gibi görmemiş olmasına, onu kendisinin bizzat görerek, bu yolla kendisine mal etmesine, yani televizyonu kapatmış olmasına bağlıyorum. Bilmiyorum anlatabildim mi?