Popüler din dili yoruyor

“Muhterem misafirlerimiz; programımız başlamadan önce sizleri kutlu kitabımızın, çağlar boyunca insanlığa ışık tutan ve günümüzde de çağın bunalımlarına çareler sunan, sağaltıcı ve diriltici bir soluk gibi bizleri onaran ifadelerini dinlemeye davet ediyoruz. Şimdi tazelenme vaktidir. Vakti kuşanma, yüreği onarma, ruhlara baharı çağırma vaktidir. Vakit, kulluk bilincini yenileme, vakt şuuruna ve ötelerin çağrısına kulak verme vaktidir.”
Evet, çok kötü. Ama daha kötülerini de dinlemedik mi? Dini içerikli programlardaki takdim dili, buna bazen hutbelerdeki dili de ekleyebiliriz, bu türden klişelere teslim oluyor sıkça.
Dini programlar genellikle her türden, her çeşit arka plandan insanın katıldığı ortamlar. Özellikle Anadolu’daki şehirlerde, sözgelimi sempozyum gibi bir ilmi toplantı bile, eğer başlığı dini içerikli bir tema olduğunu haber veriyorsa, hacı amcalardan profesörlere, öğretmenlerden ev hanımlarına kadar açılan bir çeşitliliği ağırlıyor. Bu türden, homojenliğin yakalanamadığı programlardaki dilin sürekli dalgalandığını, popülerden seçkinciye doğru gidip geldiğini görüyoruz. Mesela takdimler yukarıdaki gibi ağdalı ve klişelerle bezeliyken, protokol konuşması yapan devletlü büyüğün konuşması kendi kişisel hesaplarını da görebildiği bir pratiklikte olabiliyor. Bildiriler akademik ve enerjisiz ama araya giren sunucunun cümleleri bazen münasebetsizce enerjik olabiliyor.
Benim bu takdimlerde hemen dikkatimi çeken, aslında bundan otuz sene önceki bir dini programda epey “devrimci” gelebilecek bir üslubun bugün artık klişeye dönüşmesini sağlayan mekanizma. Şöyle söyleyelim: Dedelerimizin katıldığı bir dini programdaki takdimde “ötelerin çağrısı” ya da “yüreği onarma” gibi ifadeler geçmiş olsaydı, muhtemelen bu ifadeler o günün gençleri tarafından şiirsel ve buluşçu, buna mukabil yaşlılar tarafından manasız veya muğlak bulunacaktı. Hadi biraz abartalım: “Öteler ne oğlum?”, “Ahiret gibi baba”, “Hmm. Ötelerin çağrısı, yani tahtalı köye davet diyorsun.” Ama bugün bunları hala şiirsel ve buluşçu bulmak mümkün mü? Bulan var mı?
Sezai Karakoç’un ya da Akif İnan’ın bir yazısında geçen bazı ifadeleri, popüler din diline eklemek sadece kırk sene önce değil, bugün de iyi bir fikir olabilir. Ama aynı ifadeleri, ölümüne yorarak, ölümüne kullanarak itibarsızlaştırmak, birer klişeye dönüştürmek de gereksiz ve haksızca. Başka ifade mi kalmadı? Dümdüz anlatsan ne olur sanki? Mesela Kur’an-ı Kerim tilavetini takdim için yukarıdaki gibi süslü ve nesebi belirsiz klişeler yerine, “Kur’an-ı Kerim”, “şifa”, “zikir”, “ibadet”, “Allah’ın kelamı”, “yol gösterici”, “huşu” gibi anahtar kelimeler kullanılarak bir takdim yapılsa ne lazım gelir? Bunlar zaten Kur’anî ifadeler olduğu için hem hakikati dile getirmiş olursun, hem de tesiri daha derin olur.
Bu klişelere gömülü popüler din dilinin söylem analizini yapmalıyız. Niçin lirizme bel bağladığını, niçin muğlaklığı sevdiğini, niçin hünsa olduğunu, niçin her dine uyabilecek bir dini belirsizliğe açık olduğunu tespit edebilmeliyiz. Ayrıca kökenlerini de göstermeliyiz? Hangi ağlak hatiplerin, hangi edebiyat ve duygu yağmacılarının bu söylemi inşa ettiklerini belirleyebilmeliyiz.
Dini içerikli bir konferansta, yine böyle bir takdim olmuştu. Benim açımdan uzun, bıktırıcı, klişelerin şahı bir takdim. “Öteler…muhabbet fedaisi…yürek coğrafyası…” gırla gidiyordu. Takdimi yapan bir İlahiyatçıydı. Bu arada hemen önümde oturan iki dedeye gözüm takıldı. Takdimdeki süslü ifadeleri, güya cazip ve yenilikçi buluşları anlamıyorlarmış hissine kapıldım. Yani söylenene bir mana veremiyorlardı sanki. Takdimciyi dinlerken ifadesiz, meraksız ve uzaktılar. Biri, takdim boyunca sakalını kaşıdı durdu. Öteki başındaki örme takkeyi kel başının sağından soluna, solundan sağına kaydırdı durdu. Hayır uyuklamadılar ama içine de giremediler. Duruşları, anlama isteklerini sergiliyordu: Koltuğa bütünüyle kaykılmış değildiler, gözlerini konuşmacıdan ayırmıyorlardı da. Kaşları biraz çatık, dudakları biraz büzüşmüş, bu tamamını anlayamadıkları yabancı dildeki konuşmaya bir ucundan katılmak ister gibiydiler. Ama görünen o ki katılamıyorlardı. Bu halleriyle, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ındaki, Türkçe olmalarına rağmen torunlarının okuduğu romanları anlayamayan Naim Efendi’ye benziyorlardı. Ama takdim bitip de Kur’an-ı Kerim tilaveti başlayınca, bir anda canlandılar, bakışları değişti, sanki anladıkları bir dilde yapılan ve kendilerini çok ilgilendiren bir konuşmaya intibak ettiklerini görmeye başladım.
Yani popüler din dilimiz sorunlu ve yaralı. Tedaviye başlangıç için terk edilmesi gereken tek şey var: Edebiyat parçalamak, retorik kasmak, belağat yardırmak.