Her şeyin elimizde olduğunu düşünmek yanılgısı içerisinde debelenip durmanın bir âlemi yok. Bunun imkânsız olduğunu bilmiyorsak tanrılaşma sürecimizin startını vermişiz demektir.
Anneannelerimizin bize anlattığı, Hz. İbrahim için hazırlanan ateşe kararınca su taşıyan ya da Kâbe’ye varmak için yola düşen karınca hikâyeleri. Zafer dediğimiz şeyin bizimle ilgili bir şey olmadığını, bizim sorumluluğumuzun seferden ibaret olduğunu önce gelenek öğretir bize.
Amellerimizin niyetlerimize göre olduğunu iyi biliriz biz. Başarının mümkün olduğunu ama başaramayabileceğimizi de biliriz. İyi olana, samimice niyet ettikten sonra, “niyet hayr akıbet hayr” dileğinde bulunuruz. Gayretin bizden, tevfikin, muvaffakiyetin Allah’tan olduğuna iman etmişliğimiz vardır bizim.
Bir de bizim samimiyetlerine güvendiğimiz, musalla taşında tabutlarını gördüğümüzde, ardı ardına yutkunmalarımızın boğazımıza dizileceği, gözyaşlarımızın ardından o büyük ve aziz hatıralarının önünde şahitlik edebileceğimiz, ‘nasıl bilirdiniz’ diye sorulduğunda hiç tereddüt etmeden bir ağızdan ‘iyi bilirdik’ diyeceğimiz adamlarımız vardır.
Biliriz ki, iyi olana, güzel olana niyet etmişlerdir, samimidirler, biliriz ki, yaptıklarından ve yapmaları gerekirken yapmadıklarından sorumlu olacaklarının şuuruyla çabalamışlardır, belki olmamıştır ama hasbelkader bir sonuca varmak durumunda kalmışlardır.
Bugünlerde çokça olan bir şey var bir de; içinden geçmekte olduğumuz zamanların musallat ettiği rahatsızlıklarla, bir fotoğraf karesinden, ‘o an’dan yola çıkarak, fotoğraf karelerinde nesneleştirdiklerimizin bütün bir yaşamlarını yargıladığımız gibi, bir şekilde bizim istemediğimiz, arzu etmediğimiz bir sonuca varmış olanların hatalarını affedilmeyenler klasörüne alma alışkanlığımız… Bu artık sonu gelmez bir biçimde çoğalarak büyüyor ve artık içinden çıkılmaz bir hal almaya başlıyor. Her ne kadar o kişinin niyetinin sahihliğini biliyor olsak da, her ne kadar samimiyet testinden defalarca geçtiğinin tanığı olsak da, zamanın ruhuna teslim oluyor ve acımasızca kılıçlarımızı kınından sıyırıveriyoruz. Sonrasına ne söz yetiyor, ne söz söyleyecek bir baş bırakıyoruz omuzlarda, ne de onca kılıç sallamışlığın yorgunluğuyla ‘hakkı ve sabrı tavsiye edecek’ bir söz işitmeye takatimiz kalıyor.
‘Gayret’ görmek istemediğimiz için dipsiz kuyularda hapsettiğimiz bir hakikatken, ‘başarı’ peşine düştüğümüz ayartıcı bir puta dönmüş durumda.
Lao Tzu referans gösterilerek anlatılır hani, şöyle bir hikaye vardır;
Köyün birinde kralın bile kıskandığı yaşlı ve fakir bir adam yaşarmış. Herkesin kendisini kıskanmasının sebebi sahibi olduğu dillere destan beyaz bir atmış. Kral at için ihtiyara ne servetler teklif etmiş ama nafile. “Bu at, sadece bir at değil ki benim için” demiş. “o bir dost, hiç insan dostunu satar mı” diye eklermiş her teklif sonrasında.
Gel zaman git zaman bir sabah kalkmışlar ki, at yok, köylü yaşlı adamın etrafını sarmış hemen büyük bir keyifle.
“Seni ihtiyar bunak, bu atı sana yar etmeyecekleri belli idi, bak işte çaldılar sonunda, krala satsaydın hayatın boyunca sefa sürerdin, şimdi ne paran var, ne de atın” demişler.
İhtiyar “karar vermek için acele etmeyin” demiş, sadece ‘at kayboldu deyin, çünkü gerçek bu. Bundan sonrası sizin yorumlarınızdır. Benim atımın kaybolması bir talihsizlik midir yoksa açılmakta olan yeni bir kapı mıdır, bunu henüz biliyor değiliz. Çünkü bu olay sadece ve sadece bir başlangıç, sonrasını ne siz ne de ben biliyoruz” diye eklemiş nasihat edercesine.
Köylüler kahkahalarla gülmüşler tabi.
Aradan bir zaman geçmiş, at gecenin birinde ansızın dönüvermiş. Meğer at çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki bir sürü halindeki atı peşine takıp ihtiyara getirmiş.
Köylüler, ihtiyara gelip özür dilemişler.
“Sen haklı çıktın, atının kaybolması bir talihsizlik değilmiş meğer, bak şimdi bir sürü atın oldu.”
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin, bildiğimiz şey sade bundan ibaret. Sonrasını bilemiyoruz.”
Köylüler bu kez adamla kafa bulmamışlar ama içten içe de adamcağıza söylemediklerini bırakmamışlar.
Çok geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu eğitim esnasında attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin etmekte olan oğul yatağa mahkûm olmuş.
Köylüler gene toplanmışlar ihtiyarın etrafına.
“Bir kez daha haklı çıktın, bu atlar yüzünden eskisinden daha fakir olacaksın” demişler. İhtiyar “erken karar verme huyu sizde bir hastalığa dönüşmüş, durun bakalım acele etmeyin. Sadece oğlumun bacağı kırıldı. Gerçek bundan ibaret. Bundan ötesi sizin yargılarınız” diye cevaplamış.
Bir zaman sonra düşmanlar ülkeye büyük bir saldırı başlatmışlar. Kral son bir ümitle, ülkedeki eli silah tutan ne kadar genç varsa askere çağırmış. Köye gelen görevliler ihtiyarın oğlu dışındaki tüm gençleri askere almış. Köylüler biliyorlarmış ki, düşman çok güçlü ve giden geri dönmeyecek.
Köylüler, bir kez daha gelmişler ihtiyara.
“Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Oğlunun bacağı kırık olmasına kırık ama hiç olmadı yanında, iyileştiğinde yine senin elin ayağın olmaya devam edecek. Meğer oğlunun ayağının kırılması bir talihsizlik değil bilakis talihin ta kendisiymiş.”
“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin talihsizlik olduğunu sadece Allah biliyor” diye devam etmiş.
Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış her seferinde:
“Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Bir hadiseye bakıp hemen bir karara varmak aklın durması halidir. Oysa bir yol biterken hemen bir yenisinin başlamakta olduğuna tanık oluruz. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaştığınızda daha yüksek bir hedefin sizi beklediğini fark edersiniz.”
Son günlerde İsrail mevzuunda bir şeyler yaşıyoruz. Ciddi bir kırılma hali bu. Hükümet, hükümetin aldığı bir karar sonrası anında pozisyonlananlar, bu pozisyonlanma sonrasında elde ettikleri konumlarını yani iktidar alanlarını iyiden iyiye genişletmek için hamle üstüne hamle yapıp, vefa, hatıra, dost gibi kavramlara aldırmaksızın bir ötekileştirme operasyonu yürütmeye çabalayanlar, olan bitene bakıp üzülenler filan hep tanığı olduğumuz hususlar.
Konu İsrail olunca Hüseyin Atlansoy’un bir şiiri gelir daim aklıma, yine öyle oldu. “Ve Filistin” isimli şiir şöyle;
“Bir gün büyüyeceksin
Çocuğum sen, sakın
Son taşı atma özenle sakla
Dikmek için zalimlerin mezarları başına”
Şiiri çoğu zaman okuyan yazar. Bu şiir de öylesi şiirlerden benim için. Her okuduğumda ayrı bir biçimde yeniden yazıyorum bu şiiri.
Bir sürecin içinden geçmekteyiz. Zor bir dönem olduğunun farkında olmamız gerekiyor. Müslümanlığımız, imanımız, birlik ve beraberliğimiz, kardeşliğimiz elimizdeki son taş sanki. Bu taşı her ne pahasına olursa olsun atıp heba etmememiz, özenle saklamamız lazım, ta ki, dikmek için zalimlerin mezarları başına.
Ben son birkaç gündür yaşadıklarıma bakıp da bunu görür bunu söylerim.
Gayret bizden tevfik Allah’tandır. Her şey sona erdiğinde, elini o ak alnından damlayan helal alın terine götürerek “başaramamış olabiliriz ama hiç olmadı gayret ettik” diyenlerden olmak başlı başına güzel bir şey olsa gerek.
Teslim olup iman etmişler olarak salih amel işlemeye gayret edelim. Hakkı ve sabrı tavsiye edelim, sahip çıkalım birbirimize. Süreç devam ediyor. Hiçbir şey bitmedi. Kıyamet de kopmadı henüz. Ve sonrasında ne olacağını da yalnız Allah biliyor.
Allah mahcup etmesin.