Osho’nun okumuş yazmış çocukları

Osho’nun akıllara durgunluk veren hikayesini bilenler bilir. Hindistan’da kendi halinde, derlemeci bir mistik üstat iken, Rolls-Royce’ların efendisi olmaya giden yolu koşar adım kat eden şu gurudan bahsediyorum. Derlemeci olması, Doğuyla Batı, ruhçulukla maddecilik arasındaki çelişkiyi kendince aşma yönteminden kaynaklanıyor. Kendisini spritüalist bir materyalist olarak tanımlıyor. Yani ruhçu bir maddeci.

Osho’nun etrafındaki, Hindistan’da oluşan ilgi çemberinin yeterince büyük, yeterince zengin hale gelmesi onu Amerika’ya gitmeye sevk ediyor. Baş mürit ve cevval organizatör Sheela’nın marifetiyle, Oregon isimli, sıkıntı ve yaşlılıktan can çekişen bir kasabanın çeperinde iki yüz elli kilometre karelik bir arazi satın alıyorlar (büyüklüğe bakar mısınız?). Bu arazinin üzerine kendi komünlerini kurabilecekleri bir şehir inşa etmeye başlıyorlar. On binlerce müridin birlikte yaşayabildiği bu şehir, birkaç düzine muhafazakar işçi emeklisinin yaşadığı Oregon sakinlerini rahatsız ediyor. Komünle Oregon arasında bir çatışma başlıyor. Hikayenin tamamını anlatmayalım ama komünün varlığı ve komünde yaşananlar, Amerika’da ulusal bir meseleye ve hukuk savaşına dönüşüyor. Nihayetinde Amerika devleti komünü yeniyor. Sheela komünden kopuyor, polis komünü basıyor, guru Hindistan’a geri gönderiliyor filan.

Amerika’nın bu türden yeni çağ “cult”larının (yanlış ama artık “tarikat” diye çevrilir oldu bu terim) bir cenneti olduğunu biliyoruz. Toplu intiharlarla noktalanan, içinden envai çeşit skandallar çıkartan, sık sık güvenlik meselesine dönüşen bu “cult” hikayelerinin sonu gelmiyor. En çarpıcılarından biri olan Osho’nun hikayesinin, altı bölümlük inanılmaz belgeseli birkaç ay önce, Wild Wild Country adıyla piyasaya çıktı. Ve yeniden, bizde olduğu gibi, Amerika’da da “cult” dosyası açılmış oldu.

Bu belgesel, topluluğun yaklaşık kırk sene öncesinden başlayan hikayesinin bizzat içeriden görüntüleriyle hazırlanmış. Topluluk (cemaat de diyebiliriz), kırk sene boyunca kendini kaydetmiş. Komünün inşası, ayinler, Osho’nun vaazları, müritlerin ev halleri, sevinçleri ya da hayal kırıklıkları, hukuk mücadelelerinin her safhası, en mahrem ilişkileri, hasılı aldıkları nefese, içtikleri suya kadar her şeyi görüntülemişler (Yeri gelmişken, Batılı “cult”ların birçoğunda bu görüntüleme ve arşivleme saplantısının güçlü olması da bana manidar geliyor). Yönetmen de, bu belgesel nitelikteki arşivden sonuna kadar yararlanmış.

Bu belgesel üzerine bir süredir düşünüyorum. Üzerinde daha geniş bir değerlendirme yazmayı ileri bir tarihe erteleyerek, bu yazıyı, belgeselden çıkardığım tek bir mesele üzerine, modern “cult”lar ve modern okumuş yazmış insanın bunlara bağlanmasının eğitim ve entelektüel ilgilerle bağlantılı dinamikleri üzerine düşünmeye ayırmak istiyorum.

Osho, hayattayken beş yüz bin kadar mürit sayısına ulaşmış. Soru şu: Hemen hepsi okumuş-yazmış, birçoğu sanatçı, yaratıcı nitelikli bu insanlar, Osho’ya nasıl teslim oldular?

Bunun çeşitli cevapları var. Evvela, Batı’daki maneviyatçı arayışların tarihi okuryazarların tarihiyle ilintili. Batılı yaşam ve düşünme tarzından bunalmak, bir eleştirel bakışla, yani belli bir entelektüel donanımla mümkün. Dolayısıyla, Batı’dan kaçmak ancak Batılı entelektüellerin aklına geliyor.

Osho’nun sözleri, kitapları, vaazları, birçok bakımdan sevginin, barışın, içsel yolculuğun ve manevi arınmanın teşvik edilmesi üzerine kurulu. Osho, cemaatini birbirini sevmeye, birbirine adanmaya, materyalizmden kaçmaya davet ediyor. Yaşlı müritlerinin bir tanesi o eski ve mutlu günleri yad ederken, dünyada bu kadar sevilmiş ve sevmiş olmasının ne büyük lütuf olduğunu söylüyordu. Buraya kadar, birçok maneviyatçı yolda tesadüf ettiğimiz bir öğreti hüküm sürüyor. Dolayısıyla manevi bir tatmin için elverişli bir iklim kurulmuş oluyor. Ama maneviyatçı eğitim, şu ya da bu evsafta bir çile ve perhiz de gerektirir. Bazen bu çile görünür düzeyde ve sert, bazen de yumuşak ve içsel olabilir. Ama Osho’nun çile ve perhizle işi yok. Derlemeci niteliğinin bir gereği olarak, mesela cinselliği de ruhçu bir pota içinde eritmeye çalışırken aynı zamanda hazcılık da vaat ediyor ve özgür cinselliğin egemen olduğu bir komün kuruyor. Kendisi de vakti zamanında apartman dairesinde oturan gariban bir Hint gurusu iken, yüz tane Rolls-Royce’u olan bir koleksiyonere; iki parça beyaz ihrama sarınan mütevazı bir adamken, yaldızlı, parıltılı, renkli giysilere düşkün bir palyaçoya; elmas saat meraklısı bir maddeciye dönüşüyor. Bu genişliği ve müsamahası, hazcılığı bütün bütün terk etmekte zorlanan ama aynı zamanda entelektüel ilgilerinin tahrikiyle manevi tatmin ve iç huzuru arayan okumuş Beyaz Adam’a iyi ve elbette daha kolay geliyor. Nitekim finalde, Osho’nun sağ kolu olma onurunu, on yedi yaşından beri ve yirmi senedir Osho’nun hizmetinde olan Hindistanlı Sheela yitiriyor; Hollywood sosyetesinden, milyarder bir zengin kadın olan Hasya kazanıyor.

Entelektüellerin zihinlerinde çoğunlukla onları etkisi altında tutan kurgular bulunur. Bu kurguları eğitim ve kültürel donanım üzerinden paketler halinde alırlar. Onlar bunlara çoğunlukla kendi çabalarıyla ulaştıklarını düşüneceklerdir ama aslında bunlar yaygın kabullerden devşirilen modern hurafeler ve çağdaş batıl inançlardan ibarettir. Osho meselesinde de, bu kurguların bütünüyle faal olduğunu görüyoruz. Mesela, komünle mücadele halinde olan komşu kasaba Oregon’un halkı, basit ve ortalama muhafazakar Amerikalılardan oluşuyor. Tanımadıkları bu eklektik dine ve yadırgatıcı ahlak anlayışlarına tamamen yabancılar. Bu komünün sağduyuyu ve aile yapılarını tehdit ettiğini, bu sebeple yok olması gerektiğini filan söylüyorlar. Buna mukabil müritler onları dar görüşlü olmakla, muhafazakarlıkla (yani göbeğini kaşımakla, çomarlıkla filan) suçluyorlar. Entelektüel kibrin, aslında entelektüelleri gerçekler karşısında nasıl kırılganlaştırdığının da bir öyküsü bu.

Bizim de “cult”larımız var artık. Ve bu sebeple, onların da çoğunlukla kendilerine okumuş yazmış gençleri, Batılı zevklere aşina kişileri, şık ve “kaliteli” çocukları çekmeleri üzerinde düşünmek gerekiyor.