Avrupalı seyyahlardan birinin, Osmanlı toprağını kat ettikten sonra, biraz da şaşkınlıkla yaptığı tespitlerinden biri bana hep çarpıcı gelmiştir: “Türkler sohbet etmenin ustasıdır.” Seyyahın sohbetle kastı, irticali gelişen, konudan konuya geçme kabiliyeti yüksek olan, muhatapların belli bir konu etrafında geliştirmedikleri sohbet, yani gündelik sosyalleşmenin iç duvarını sıvayıp güçlendiren o söyleşme hali olsa gerektir.
Bu anlamda sohbet, etimolojik kökü olan “dostluk”a, daha da doğrusu “eşlik etmek”e hizmet eden bir söyleşmedir. Bu söyleşmede, bir konuyu çözüme kavuşturmak, belli bir konuda muayyen kararları birlikte almak için bir araya gelmeyiz. Buluşmanın, bizim o bambaşka, o cânım “göresim geldi” ifademizdeki gibi, sözü daha derindeki başka bir sebebe, özlemeye bağlayan bir gerekçesi vardır.
Bu sohbet virtüözlüğünün parladığı zaman dilimlerinden biri bayramlar. Bir kısmını aylardır görmediğimiz onlarca insanla peş peşe, bazen aynı anda sohbet ederek bayramlaşırız. Yaptığımız, Pazartesi rutini bir ofis toplantısı değildir. Bir hocanın tematik bir dini içerikli sohbeti olmadığı gibi, akademik bir konferans da değildir. Bir hesabı görmek ya da apartmanın dış cephe yalıtımına karar vermek üzere yapılan cinsten bir buluşma da değildir bu. Akışkan, biçimsiz, meraklı bir söyleşmedir. Akışkandır, çünkü muhataplar birbirlerinin mevzularına doğru akarlar. Böylece konuşan iki kişinin arasında, iki köklü bir sohbetin dallanıp budaklandığını, zaman zaman bir sarmaşığa doğru evrildiğini görürüz. Biçimsizdir, belli bir konusu yoktur. “Oradan, buradan” konuşulur. Oradan buraya doğru çizilen bu sınır, zaman zaman dünya genişliğinde olur. Orası, muhatabın bize gizli dünyası, burası, bizim ona gizli dünyamız gibidir. Bu iki dünyanın halleri, dertleri, sevinçleri sohbetçilerin aralarında çiçeklenir, söner, açılır, kapanır. “Havadan sudan” konuşulur. Tabiatın bize biteviye sunduğu metaforik dekor içinde aslında kendimizi konuşuyoruzdur. Havaların dönmesinde, mevsimlerin nöbet değişiminde, insanın ve kaderin yepyeni öykülerini bulup çıkartan atalarımızın ruhları sökün eder gibi olur. Tabiatın bize sunduğu ipuçları, bizi, içimize dair uyuyan öykülere savurur. Sohbet, kaynayan bir su gözünün yüzeyindeki kabarcıklar gibi doğal, kendiliğinden, bir iç enerjisiyle devinir durur.
Bu sohbetler, bu yönsüz, konusuz, boyutsuz, omurgasız söyleşmeler bana hep bize özgü insan ilişkilerinin temeliymiş gibi gelir. Sohbet edenler sadece, muhatabıyla kendisi arasında kendiliğinden gelişen bu söz alış verişine odaklanırlar. Bir başkasının iç dünyasına dair belirsiz ifşalar, onları kendi iç dünyalarına dair belirli kavrayışlara sevk eder. Karşıdakini dinlemenin ödülü, kendini anlamaktır.
Bu sohbetlerdeki esnekliğin ve seyyaliyetin kutsal kitapların üsluplarına benzediğini düşünüyorum. Kutsal kitaplar da tematik değildir. Bir metni kurmanın modern yöntemlerinden herhangi birine yatkın da değildir. Bu kitaplarda bir konu, bir başka konu hatırına ansızın terk edilir, cennet temasını birden cehennem teması izler. Nikahtan bahseden bir ayet topluluğu, bir bakışta alakalı kılınamayacak bir peygamber kıssasıyla sonlandırılabilir. Tıpkı insanın iç dünyasının topoğrafyası gibidir her şey. Uçurumlar ovalara bağlanır, yaylalar ırmaklarla bölünür. Bu yüzdendir ki, “insan ve Kur’an ikiz kardeştir.” Yani tabiat ve insanın bakışımlı olmaları gibi, insan ve Kitap da bakışımlıdır.
Sohbet, bu bakışımlılık halini iki insan arasında kuran bir sözel temrin adeta. Söz, bütün bu belirsiz ve istikametsiz alış verişte kurucu ve doğurgan öğe, daha doğrusu kaynaktır. Söz, içerideki bazı arkları açar, bazı kapıları tıklatır, bazı ışıkları yakar.
Bu sohbet düzeni bizim insan ilişkilerimizde hayati işleve sahip. “Muhabbet etmek” de deriz sohbet etmeye. Çünkü temeldeki amaç budur: Muhabbeti tesis etmek. Bunu sağlayanın yine aynı seyyaliyet ve esneklik olduğunu söyleyeceğim. Çünkü bu seyyaliyet, muhatabın onarılması, yerine göre onanması, daha da derinde tamamlanmasını sağlayan bir gezginlik halidir. Bu tamlık halinin tecrübe edilmesi, içimizde bir maya gibi uyuyan muhabbeti uyandıran bir durumdur.
Bu sohbetin öğrenilen bir şey olduğunu söylüyor eskiler. “Kız sofra düzmeyi anadan, oğlan sohbet etmeyi babadan öğrenir” demişler mesela. Bu öğrenimin izlerini, dergahlarda, köy odalarında, barana toplantılarında, yarenlik buluşmalarında, sıra gecelerinde aramak lazım. Eski insanlar sohbet etmeyi insiyaki olarak yapılıveren bir uğraş olarak değil, adeta bir diplomatik faaliyet olarak görmüşler.
Bu sohbet terbiyesinin verildiği mecralar kayboluyor. O yüzden merak ediyorum, acaba aynı seyyah bugünlerde de bizi görseydi daha mı az şaşırırdı acaba.