Yirmi yaşındayım ve Mısır’ın Tanta isimli bir şehrinde kiraladığım bir evde, yalnız başıma yaşıyorum. İnternet yok, televizyondan takip imkanı yok. Radyodan cılız türkü sesleri dışında memleketle ve Türkçeyle -işitme düzeyinde- bağım kopmuş gibi. Mahalleliyle kaynaşmışım, kök salmak üzereyim. Derken Allah’tan yaz tatili geliyor ve aylar sonra memlekete dönüyorum.
Dönüyorum ama dilimde bir gariplik. Konuşmaya başlayınca bazı sözcükleri öyle hemen hatırlayamıyorum. “Siz bunu nasıl diyordunuz?” seviyesinde can çekişmiyor olsam da, az kullanılan bazı nesnelerin adlarıyla, kimi terimlerle aram açılmış. Ama şiir yazıyoruz, edebiyat okuyoruz yani Türkçeye baş koymuşuz ya, hemen birkaç gün içinde bu gelgitlerden sıyrılıp çıkıyorum. Geçen senelerin, olayların yaşandıkları andaki ilk şiddetlerini hafızada törpüleyip hafifletmesi, hangimizi itirafçı olmaya zorlamadı ki? İşte ben de, ancak şimdi itiraf edebildiğim gibi, yeniyetme bir Arapça talebesi olarak konuşurken bazı Türkçe sözcükleri hatırlayamamanın, yabancı dil bilgime dikkat çekmesinden gizli bir haz alıyordum. E o kadar yabancı memlekette kalmış, dil tahsili için ter akıtmışız; bu geçip giden zahmetli senelerin, uykusuz çalışma saatlerinin, gurbet çilesinin bedelini daha gündelik konuşmadan başlayarak tahsil etme zevkinden mahrum mu kalsaydım?
Bu düştüğüm durumdan bir kaç gün gibi kısa bir sürede sıyrılmayı başarmış olmak, durumun yakışıksız olduğu gerçeğini değiştirmese de, en azından kendi gözümde mazur görülmemi sağlıyor.
Mustafa Tahralı Hoca’yı bilenler bilir. Tasavvuf ilmi sahasında titiz, disiplinli, büyük emek sahibi bir büyüğümüz. İlahiyat tahsilinden sonra gittiği Fransa’da, altı senelik bir emekle, Paris-Sorbonne Üniversitesi’nde “Ahmed al-Rifa’i, Sa Vie, Son Oeuvre et Sa Tariqa” (Ahmed Rifai, Hayatı, Eserleri ve Tarikatı) başlıklı teziyle doktorasını tamamlamış. İsmail Kara’nın, Mustafa Tahralı hakkında bir gözlemi var: “Yıllarca Paris’te kalmış bir akademisyen olmasına rağmen ders takrirlerinde ve günlük sohbetlerinde hiç Fransızca kullanmadığını söylersem hilaf-ı hakikat olmaz sanırım. Avrupa ve Batı anlatımları da kezâ, hiçbir zaman hayranlık yahut mübalağa kokusu taşımamıştır.” (İsmail Kara, “Hakikatli İnsan”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl:11, Sayı:25, 2010, s. 45.)
Yani Hoca, altmışlı yılların Türkiyesinden Parislere kadar gidip, orada deve dişi gibi oryantalistlerle senelerce çalışıp, onların devasa ve sistemli kütüphanelerinde kitaplar devirip, parlak başlıklarla takdim edilen seminerlerine katılıp, doktorasını da Fransızca yazıp, akabinde de akademinin taşrası olan derme çatma bir üniversite dünyasına büyülenmeden dönmüş. Bu, kıymetli ve üzerinde düşünmeyi hak eden bir şeydir.
Büyülenme meselesi bizim eski hikayelerimizden biri. Paris de bu büyü odaklarından bir tanesi ve aslında şimdilerde daha çok bir metafora dönüşmüş olarak yüz elli senedir hayatımızda. Büyübozumu için kurulan temasların bile nadir olmayan biçimde büyülenmeyle sonuçlandığına ise şahit olmayı sürdürüyoruz. Yine bazı okur yazarlarımız yüz elli sene önceki selefleri gibi, “Batının fenni ve tekniği” paketine dahil olan bir dünya başka şeyi de ve fakat bu sefer entelektüel direnç ama psikolojik teslimiyet ile almayı sürdürüyor. Ama şimdi konumuz bu değil.
Eh yeri geldi: Cezayirli talihsiz bir gazeteci geçtiğimiz hafta bir basın toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a soruverdi: “Türkiye Cezayir’i sömürge olarak mı görüyor?” Herifin talihsizliği bu soruyu Fransızca sormuş olmasında. Bu soru üzerine olayların nasıl geliştiğini biliyorsunuz: “Eğer öyle olsaydı, bu soruyu Fransızca değil Türkçe sorardın.”
Bu diyaloğu tam olarak anladığımızı sanmıyorum. Çünkü sömürgeciliğe maruz kalmış toplumların dile dair tutumlarını hakkıyla anlamamızın zorluğu ortada. Çünkü böyle bir tecrübemiz olmadı. Onlar için yabancı dilin nerede başlayıp, anadilin nerede bittiğini kestiremiyoruz. Arapça başlayan bir konuşma Fransızcayla devam edebiliyor ya da tersi. Ya da Hindistanlı okur yazarlar yemekte çorba içerken ana dillerinde konuşup giderken, ana yemekte birden İngilizceye ve de farkında olmadan geçmiş olabiliyorlar. Sömürgecinin dili, bazen düşmanın, bazen de efendinin diline dönüşebiliyor. Anadilin bu ölçüde hacmini ve ağırlığını kaybetmesi bizim tanıdığımız bir duygu değil.
Bu sebeple Cezayirli gazeteci, tamamen şuursuz ve doğaçlama olarak (neredeyse masumane diyeceğim) Fransızcaya müracaat ederek, karşısındaki sömürge iklimine bütünüyle yabancı Türkün çok esastan bir meseleye temas etmesine de yol açmış oldu.
Hisse: Bu, hiç bilmemiş ve hiç tanımamış olma durumunun, başka bir çok şey için de bir nimet olduğunu hatırda tutmalı.