“Mescid-i Aksa hepimizin!” Acaba öyle mi?
Yerinden, yakından, hareminin içinden bakınca, “hepimizin” gibi değil, daha ziyade Filistinlilerin gibi görünüyor çünkü. Biz bütün turistliğimizle ve Kudüs sokaklarında sık sık gördüğümüz Osmanlı-Türk-Halife alakasının köpürttüğü özgüvenimizle, bir keder sarmalı haline gelmiş Mescid-i Aksa’da serazad gezerken, aslında birkaç gün içinde memleketimize çekip gidecek olmanın hafifliği ruhumuza çoktan yapışmış oluyor.
Oysa burada günlerdir devam eden, Yahudi yerleşimcilerin İsrailli askerler nezaretinde Mescid-i Aksa’ya girme teşebbüslerinde gördüğümüz gibi, Mescid-i Aksa’yı biz acemi seyyahlar, biz Ramazan gezginleri, biz hevesli Neo-Ottomanistler değil, on beş-on yedi yaşındaki Kudüslü gençler savunuyor: Gece-gündüz orada nöbet tutan, kendilerine göre geliştirdikleri bir muhaberat yöntemiyle teyakkuzda kalan, sahuru sabah müdafaasına bağlayan bu yorgun çocuklar.
Biz Mescid-i Aksa’nın avlusunda iftar sofraları düzenliyor, biz yoksul Kudüslülere erzak paketleri dağıtıyoruz. Biz tweet atıyor ve üzülüyoruz be birader. Bütün bu hayır hasenat işlerimizi fotoğraflayıp, arşivleyip, kurum hafızamızı zenginleştiriyoruz. Ama bizim, soframızda yemek yiyen ve fotoğrafını bir izne bile tenezzül etmeden çekerken mahcup ettiğimiz o delikanlı, o abla, o murabıt, biz çekip gittikten sonra sabaha kadar sağda soldaki kalıntılarımızı, çöplerimizi toplamakla meşgul. Sabaha kadar uyumadan temizlik, düzen, tamirat gibi hiç de mutena olmayan işlerle uğraşıp duruyor. Mescid-i Aksa sahi, kimin oluyor bu durumda?
Kudüslü, İstanbul’un iki-üç katı oranında pahalı ama İstanbul’un onda biri oranında bile cazip olmayan bir şehirde kalmaya, tutunmaya çalışıyor. Başka şehirlerdeki daha ucuz, daha emniyetli bir hayat yerine, bu şehirde murabıt olarak yaşamayı sürdürmek istiyor. Eski şehirde yani kadim Kudüs’te, zengin bir Yahudiye birkaç odalı eciş bücüş evlerini dört, beş milyon dolara bir günde okutmaları işten bile değil. Kadim Kudüs’ün Yahudileştirilmesi projesi kapsamında, oradaki evler çok cazip, çok astronomik fiyatlarla Yahudilere satılabiliyor. Ama satmıyorlar, gitmiyorlar, direniyorlar. Kudüslülerin iki sloganı her şeyi özetliyor: “Sâmidûn!” ve “Âidûn!”. İlki “buradayız, gitmiyoruz”; gidenlere ait olan ikincisi ise “dönüyoruz, döneceğiz” demektir. Peki, şimdi sen söyle, Mescid-i Aksa asıl, öncelikle kimin oluyor?
İşte bu yüzden, tam da bu sebeple, Türkiye’nin İsrail’le yaptığı anlaşmayı değerlendirirken de söz hakkı evvela bu insanların olacak. Türkiye kamuoyunu oluşturan tarafların, sanki Türkiye’deki muhatabını ikna edince Filistinliyi, Kudüslüyü de ikna etmiş olacakmış gibi davranmayı terk etmesi lazım.
Bir aydır Kudüs’te yaşayan birisi olarak, buradaki denklemlerin öyle hemen çözülebilen cinsten olmadığını da yekten söyleyeyim. Daha dün yaşadık: Alâ adlı, burada yaptığımız tv programı nedeniyle tanışıp hemen her gün iftar soframızı paylaştığımız Filistinli genç kız… On senedir bir Polonya Katolik manastırında kalıyor. Dün benim merak edeceğim tuttu ve “Sen her gün İncil okuyor musun?” diye soruverdim? Bozulup, “Ben Müslümanım yahu” demesin mi? Meğer babası Müslüman, annesi Hıristiyan olan ve bu manastırda kalmasına rağmen kendisini bir Hıristiyan olarak da görmeyen biri varmış karşımızda. Hadi buyrun, analiz edin.
Peki, bu son anlaşmaya Filistinli ne diyor? Geçen ay İsrail hapishanelerine giren Raid Salah’ın akrabası olan birileriyle; Hamas muhibbi bazı esnafla; adeta Mescid-i Aksa’da yaşayan genç murabıtlarla; tam yüz sene Mescid-i Aksa’ya girmesi yasak olan Tulkerim’li, Eriha’lı abilerle; dört, beş kez hapse girmiş, oğlu da hapiste olan amcalarla konuşuyoruz. Bütünüyle İslamcı çevreler içinde gerçekleşen bütün bu görüşmelere göre, anlaşmaya verilen tepkileri şöyle tasnif edebilirim: 1) Yakışmadıcılar: Bunlar çoğunlukla gençler. İçlerinden az bir kısmı bunu bir ihanet olarak, çoğu ise yakışıksız olarak değerlendiriyor. 2) Neolduşimdiciler: Bu grup, Türkiye ve özellikle Erdoğan sevgileri sebebiyle şaşırmışlardan oluşuyor. Yine bu sevgi sebebiyle de ümitli olmayı sürdürüyorlar. 3) İyiolacakiyiciler: İlginçtir, bu anlaşmaya en çok muhalif olmalarını beklediğim, en çok hapislerde yatan, en uzun cezalar alan, genellikle Hamas yayın organlarından beslenen kimseler de bu grupta yer alıyor. 4) Uyuyordumcular: Epey kalabalıklar ve anlaşmaya dair en ufak bir fikirleri yok.
Kabaca, Filistinlinin genel olarak ümitli ve bir beklenti içinde olduğunu söyleyebilirim. Bunun olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmesinin altında, Gazze’deki zor şartlar var: Susuzluk, açlık, elektriksizlik ve ilaçsızlıktan oluşan pek güç, pek katı şartlar. Ambargoydu, ablukaydı, kalktı, kalkmadı tartışmaları çoğunun umurunda bile değil. Gazze’ye girecek fazladan bir şişe su, bir kutu ilaç; Gazze’de taş üstüne bir taş koymak, işte onların asıl derdi. Canı yanmış bir anaya, çaresizlikten omuzları düşmüş bir babaya biraz nefes aldırmak… ilkeyse, işte ilke budur, diyorlar.
Ve elbette İsrail’e güvenmeyen ama işin içinde Türkiye olduğu için ümit besleyen Filistinli ikna olmak istiyor. Onu ikna edecek olan da öncelikle Gazzelinin bu yardımları kabul edip etmeyeceği. Sonra da Gazze’ye yapılacak yardımların, şimdiye kadar yapılanlardan çok farklı olması gereken hızı, keyfiyeti, frekansı ve sonucunda Gazzelinin hayatında görülecek ve “değdi” dedirtecek olan hissedilir iyileşme.