Geçtiğimiz hafta bir “taht” ve üzerindeki damat etrafında dönen bir tartışmaya şahit olduk. Türkiye’de iyi bilinen bir dergaha vaziyet eden ailenin genç bir üyesi, eleştirenlerin ifadeleriyle “ihtişamlı, gösterişli, debdebeli, zengin işi” bir tahtın üzerinde oturuyordu. “Bir şeyhin torununa bu yakışır mıydı?”, “Tasavvuf hani yoksulluk çağrısıydı, hani dünyayı terk etmeye davetti…” ise en sık duyulan eleştirilerdi.
Benim aklıma hemen başka bir şey geldi: Dünyaca ünlü bazı kadın giyim markaları, Dubai, Doha gibi zengin Arap başkentlerindeki mağazalarında, Batılı şubelerde görünmeyen taşlı, simli, pullu koleksiyonlara yer veriyorlarmış. Aynı markanın tasarımları Batıya doğru gittikçe yalınlaşıyor, Doğuya yaklaştıkça hareketleniyor, renkleniyormuş yani.
Mahalli eğilimleri ve coğrafi alışkanlıkları dikkate alan bu markaların sahip oldukları şu sosyal psikoloji bilgisi elbette onların ölümüne paragöz olduklarını gizleyemiyor. Bu dikkatleri, onların kendi müşterilerinin zevklerini henüz “eğitememiş”, daha değiştirememiş olmalarından kaynaklanıyor. Yoksa Arap müşterilerinin zevklerine, renkli dünyalarına ve pul-sim meraklarına yönelik saygılarından değil.
Bilenler bilir, İkea diye bir şiir yazdım. Bu şiir bir açıdan, ortalama bir doğulunun-Türk’ün malum markanın yansıttığı zevkten kendi zevkine ve meraklarına yönelik bir tehdit sezmesini de ele alıyordu. Son derece yalın, çoğu kez minimalist, hemen her zaman pastel ve soğuk renklere ihtimam gösteren bir İskandinav markası karşısındaki şaşkınlığımız ve mahcubiyetimizdi mevzu. İkea bize, bizim başka türlü ve mesela onun kadar cool, onun kadar çekirdek aile, onun kadar ailesiz, onun kadar modern olduğumuz takdirde, kataloglarındaki ve reklamlarındaki sarışın insanlara benzeme ihtimalini de satıyordu. Bir İsveç’te yaşama fırsatı bulamayanların, Kağıthane’de ya da Kayseri’de bir İsveçli evinde gibi hissetme fırsatı bulabileceklerini fısıldıyordu.
Bu açıdan o malum “taht”ı eleştirenlerin onu pahalı, gösterişli, havalı bulmaları, onların Doğulu olmalarıyla alakalı. Böyle bir taht Batı’da fantastik, oryantal ya da deneyimlemeye değer bulunurdu oysa. Böyle bir tahtı ancak bir doğulu ciddiye alır. Bir batılı içinse bu taht, üzerinde bir kostümle fotoğraf çektirilen ya da Alaaddin’in Sihirli Lambası müsameresinde kullanılan bir dekor gibi algılanacaktır.
Bunun sebeplerinden biri de Batılı modern insanın zenginliği yalınlık ve minimalizm içine gizleme başarısıyla ilgili. Altından otomobil, altın kaplı klozet, ağırlığınca altın takı vb parıltılı, ışıltılı zenginlik sergilemenin yeri daha ziyade ya Hindistan’dır ya da Dubai. Batılı zenginin, zenginliğini daha sofistike bir biçimde sergilemesi için aldığı bir formasyon var. Batının zengin sporu olan golfü ele alın: Ne kadar gösterişsiz, sessiz ve sıkıcıdır. Batılı modern zengin, sıradan halktan kendisini yalıtan muhiti içinde, kendisinin sahip olduklarına sahip olan insanlarla birliktedir ve farkını göstererek değil, gizleyerek yaratacağını bilir.
Sosyal psikolojinin alanına giriyor mevzu ama şu özeti yapmama müsaade edilsin: Bu “taht”ın “zenginliği”nden duyulan rahatsızlığın, dini argümanlara dayanmak yerine, psikolojik saiklere yaslandığı kanaatindeyim. Bu koltuktan birkaç kat daha pahalı bir İkea koltuğunun ya da yirmi kat daha pahalı bir İtalyan tasarımı koltuğun bu kadar rahatsızlık yaratmayacağını iddia edebilirim. Belki de aksine, İsveçli ya da İtalyan tasarımı tercih ettiği için damat daha rafine bulunacaktı, kim bilir.
Taht diye adlandırılan mobilyanın boncuklu bir iri koltuk olduğunu öğrendik zaman içinde. Beş yıldızlı otellerde, düğün salonlarında benzerlerine rastladığımız türden, aynalarla, boncuklarla, pırıltılı düğmelerle bezeli, bir insanın ancak hayatında bir kez oturmak zorunda kalabileceği türden, ucuz ve (kusura bakılmasın) rüküş bir mobilya. Böyle olmasından başka yolu yok. Çünkü ne üzerinde oturan damadın beden dili o koltuğa aşina bir jestüel içinde, ne de koltuğun yerleştirildiği salonda bir lüks atmosfer var.
Bu koltuk kolay bir hedeftir. Bu koltuğu eleştirmek için koltuğun kendisi ve üzerinde oturanın cemaat bağlantısı yeterince hızlı ve kolay malzeme sunuyor: Tasavvuf-lüks, şeyh-saltanat türünden bolca ucuz karşıtlığı bir çırpıda önünüzde hazır buluyorsunuz. Ama bütün gösterişsizliğine rağmen, bu eleştirmenlerin kendi oturdukları koltuklara da göz atmaları gerekir: Siyasetin, akademinin, bürokrasinin, gazetecinin, sade ama etkili, yalın ama nüfuzlu, sıradan görünen ama dünyevi koltukları… Bu koltukların içerdiği tehlike ve tehdit sofistikedir ve onların muzır tabiatı, nüfuz edilmesi güç bir karmaşıklık içerir. Tasavvufun meselesi de asıl bu sinsi manevi tehditler içeren koltuklarladır.