O kadar çok iyiliğimizi istiyorlar ki ölüyoruz haberleri yok

Son yedi ayın her gününü, her anını şifa arayışıyla hastanelerde geçirmiş bir ailenin ferdiyim. Yazının hemen başında, başkaca bir cümle henüz sarf etmemişken “Allah kimseyi düşürmesin” diye duada bulunmak boynumun borcudur.
Acil servisler, yoğun bakım üniteleri, servis katları, bekleme salonları, hastane önleri, başhekim odaları, bilumum sekretaryalar, mali ve idari ofisler, kantinler, kafeler, laboratuvarlar.. hepsini yakinen tanımış olduk bu süreçte.
Elimize aldığımız dosyalarla doktor kapılarını aşındıra aşındıra farkında olmaksızın cümlelerimizin tıbbi terimlerle donandığını önce hekimlerin fark ettiğini “meslektaş mıyız” diye sormalarından anladık.
Kafamıza takılan soruları sormadan evvel, önce kendi içimizde tartmaktan bir hal olduk. Nasıl algılanırız acaba? Hastamız için kötü bir sonuç doğurmuş olur muyuz? Ya bir daha bizimle eskiden ilgilendiği gibi ilgilenmezse? Yanlış mı anlaşılırız? Gibi sorular etrafında dönen müzakereler sonucunda hastamızın tedavisi ile ilgilenen doktora sorularımızı sorduğumuzda aldığımız cevaplar ekseriyetle yorgunluk yüklü oluyordu.
Bir büyükşehrin ilçelerinden birinde acile kaldırılan hastamıza “yok bir şeyi, tansiyonu çıkmış biraz, rahatlar birazdan evine yollarız” diyen doktordan bilgi alabilmek için hastane müdüründen yardım isteyişimiz sonrasında ortalığı birbirine kattığı yetmezmiş gibi, bir de biz hasta yakınları için ‘beyaz kod’ uygulaması başlatan doktordan nasıl bahsetmeliyim, bilemedim? Hakkımızda ‘beyaz kod’ uygulaması başlatılmasının üzerinden tamı tamına yedi ay geçti ve bizim hastamız meğer o heyheyleri ve öfkesi üstünde olan doktorun bekletmesi esnasında beyin kanaması geçiriyormuş. Yedi ay geriye giderek hesap sormak öylesine yorucu ki şu an anlatamam. Tek hastamız iyileşsin de unutalım gitsin hepsini diyoruz bir araya geldiğimizde birbirimize. Bilinci olmayan hastamızı kapalı kapılar ardında öylece bekliyoruz şimdilik.
Mesela, cümlelerin kerpetenle dişler arasından nasıl söküleceğini de öğrendik tüm bu süreçte. Yoğun bakım kapısından çıkar çıkmaz kapı önünde hasta yakınlarının içeride olan bitene dair haber beklediğini biliyor olmasına rağmen, asansörün düğmesine bastıktan ve illa ki sonrasında saatine baktıktan sonra arkasında birikmiş olan bizlere lütfederek bir buçuk cümle sarf eden profesörün, bir de üstüne “sağlık sistemi böyle işte ne yapalım” demesi var ki sormayın.
Tam da bize yılgınlık öğütleniyorken mevcut koşullar tarafından, “hadi bi gayret” diyerek, belki bir başka hekimin yapabilecek bir şeyi vardır diyerek, büyük saygı gösterilerimizi de kuşanarak ünlü hocaların özel muayenehanelerini, SGK anlaşmalı olmayan büyük hastanelerdeki kabul odalarını dolaştık sürekli. Hastamızın hikayesini anlattığımız, hasta geçmişine ilişkin saat sırasına göre dizdiğimiz raporlardan oluşan dosyamızı sunduğumuz onca hocanın birbiri ile aynı şeyi söyleyenine neredeyse hiç rastlamadık.
Hastanecilikten çok otelciliğiyle öne çıkmış hastanelerin tıbbi anlamda geri kaldıklarını gizleyen bir otelcilik hizmeti sergiliyor olmalarına da tanık olduk mesela. En iyi aletler, en iyi hastane donanımı, en parlak taşlarla döşeli koridorlar, en iyi kafeteryalar ve ezberledikleri cümleleri bıkmadan usanmadan tekrarlayarak ‘müşteri’ evet ‘müşteri’ memnuniyetinden sorumlu illa ki mini etekli ve illa ki sarışın hatunlarla doluyken hastaneler, hikmetten giderek yoksunlaştığını acaba bir tek biz mi fark ediyorduk?
“İşte bunlar son hemşireler” diyerek yanında istihdam ettiği orta yaşa yakın hemşireyi işaret eden kıymetli bir doktordan sonra, yedi aylık süreç boyunca hastalarımızdan çok cep telefonlarına dokunan ne çok hemşire gördük bir bilseniz. Nedense, her kötü gelişme, bir yoğun bakım hastasına yatak yaraları için verilen reçeteyi uyguladıktan sonra hiç ellerini dezenfekte etmeden bir diğer hastanın solunumuyla ilgilenme hakkını kendisinde büyük bir pişkinlikle gören, yoğun bakım ünitesinin bir ucunda baş gösteren enfeksiyonun hastanenin en modern önleyici tedbirlerine rağmen çok kısa bir zamanda diğer ucuna ulaşması karşısında “oluyor böyle şeyler” edasını da üzerinden hiç eksiltmeyen hemşireler yokken yaşanıyor buralarda.
Hastamızla ilgili olarak en az 5-6 doktoru birden takip etmemiz gerekiyordu bir de. “O şunun alanına girer”, “orasını ben bilemem”, “bildiğiniz gibi ben bir başka alanın doktoruyum”, “onu filan doktora soracaksınız” gibi duvarları vardır mesela bu hastanelerin, göremezsiniz, duyarsınız. Detayların detaylarının detayları doktoru oldukça insan denen bütünden gittikçe uzaklaşan doktorların size bir küçük gülücük bırakıyor olmaları, sırtınıza dokunmaları sizi öylesine kandırır ki bazen, “hah” dersiniz, “işte bu çok iyi bir doktor”.
İnandıklarınızla kafa bulanları da vardır bunların. Birinden işittiğimizde birbirimizin yüzüne baktık da “neyse” dedik sonra “neyse”; “Bugün hastamızın durumu böyle yarın Allah kerim” dedikten sonra “gerçi ben şunca yıllık meslek hayatımda kerimliğini görmedim ya” diye de ekler ve siz susmak zorundasınızdır, çünkü hastanız ellerindedir.
Öteki berikinde, yukarıdaki aşağıdakinde, sağdaki soldakinde, öndeki arkadakinde suç bulur tüm bu tedavi sürecinde yaşanan olumsuzluklar karşısında. Böylece topyekûn bir bozulmanın tanığıyızdır aslında ama “sistem” der geçeriz hepimiz.
Şimdi soruyorum size sevgili okur;
Sistem kötü de bunlar iyi mi?
Hepsi bizim iyiliğimizi istiyor sorsanız. O kadar çok iyiliğimizi istiyorlar ki yavaş yavaş öldürüyorlar kendileriyle birlikte hepimizi.