Norm ve form mevzuu

İslam yaşandıkça tezahür eder. Ve öyle sanıyorum ki, bu tezahür ediş neticesinde ortaya çıkan formun adına biz medeniyet deriz.

Genel bir kural vardır; norm formu üretir, doğurur, besler, büyütür. Tarihe baktığımızda gördüğümüz mimari, sanatsal, ilmi, sosyal, iktisadi, kurumsal, adab-ı muaşarete dair formlar aslında bir normun tetiklemesi ile başlamıştır. Ve her form kendisini doğuran normun ruhunu barındırır her zerresinde. Bu yüzden Bursa Ulu Camii’nde namaz kılarken, Saraybosna Başçarşı’da dolaşırken, Üsküp’te bayram sabahı kurulmuş kuşluk sofrasına bağdaş kurup otururken, Torosların yörük köylerindeki evlere misafirken daima o normların fısıltıları ulaşır kalbimize.

Form dediğimiz şey aslında usule ilişkindir. Nasıl sorusuna bir cevaptır. Bir şeyi yaşamanız gerektiğini bilir ama bunu nasıl yapabileceğinizi bilemezseniz derin bir boşluk sizi sarıp sarmalar. Bocalarsınız. Nasıl yaşamanız gerektiğini kendi normlarınızdan yola çıkarak üretebildiğiniz ölçüde ortaya çıkan bu tezahür biçimi size ait bir form anlamına gelecektir.

Kendi tarihimiz açısından, bugünden geriye dönerek baktığımızda gördüğümüz şey, uzun yüzyıllar boyunca kurulmuş olan hayat biçimini, ilkelerini, prensiplerini, akidesini yani normlarını yitirmemiş olmanın sonucunda Müslümanların karşılarında büyük bir ikram olarak bulduğu formlardır.

Müslümanlar tarihin bazı dönemlerinde krizlerle de mücadele etmişlerdir. Büyük kırılmaların eşiğinden dönmüşler ve neredeyse her seferinde kendilerini onararak ve yenileyerek yeni kapılar açmasını bilmişlerdir. Böylesi dönemlerde daha evvel üretilmiş olan formların koruyuculuğuna sığınmışlar, bu formlar sayesinde normlarını unutmamışlar ve belki de kök hücre kadar kalmış kalıntılardan yola çıkarak medeniyet yolculuğunun içerisinde yer almışlardır.

Böylesi zamanlarda normlarını yitirme raddesine gelmiş olan Müslümanlar için, daha evvelkilerin üretmiş oldukları form, kendisini üretmiş olan normlar bütününü, ilaveten bir fonksiyon daha üstlenmek sureti ile adeta dayatmıştır. Kuşkusuz bu da bir yere kadar taşıyıcı vazifesi görmüştür.

Bugünün Müslümanlarının dünyasına baktığımızda gördüğümüz şey yeni bir medeniyet krizinden başka bir şey değildir. Hikayeler, menkıbeler, mimari ve sanatsal eserler, adab-ı muaşeret kalıntıları halen oldukça önemli bir fonksiyon icra etmektedir. Bu fonksiyon, Müslümanları normlarına ulaşmaya mecbur bırakmaktadır. Tarihi şehirlerimizi, eski camilerimizi, köklü müesseselerimizi, tezhib ile bezenmiş bir hattı gördüğümüzde bizi heyecanlandıran şey tam da budur. Belki şu an için içi boştur, arkası doldurulamamaktadır ama son derece anlamlıdır. Damakta tarifsiz bir hatırlayış bırakmaktadır.

Lakin, nedendir bilinmez, buradan yola çıkarak, o hayran kaldığımız, imrendiğimiz formları üretmiş olan normlara ulaşmaya dair bir yöntem eksikliği ile karşı karşıyayız. Korkarım ki, bir süre daha normlara ulaşma hususunda bocalayacak olursak, elimizde kırıntısı kalmış olan formların da bizim için yapabileceği pek fazla bir şey kalmamış olacaktır. Müslümanlar başka zihinlerin normlarıyla üretilmiş olan formların içerisinde kendi normlarını kaybetme hükmüne boyun eğeceklerdir.

Bugün, anlamlı ellerin, tarih sahnesinden küçücük perde aralamaları sayesinde yüzleştiğimiz formlar fazlasıyla fonksiyon icra etmiş durumdadır. Artık muhtaç olduğumuz şey bizi yeryüzünün defteri dürüldüğü o son noktaya dek taşıyacak yeni formları üretmektir. Nasıl sorusunu daha içeriden, daha derinden ve belki de hiç olmadığı kadar anlam arayışı ihtiva edecek şekilde yeniden sormak durumundayız. Ve evet bunu yapabiliriz.