Niyet meselesi

“[Huzistan’daki] Sûs şehrine varınca… mescidi aradım. Üzerimde Kıbrıs yününden bir cübbe vardı…, ve beni sûfilerin toplandıkları yere yönlendirdiler. Yaklaştığımda [oradaki insanlar] tereddütsüz benim bir sûfî olduğumu düşündüler. Beni çok sıcak karşıladılar, aralarına oturtup hakkımda sorular sormaya başladılar. Daha sonra bir kişiye yemek getirmesini söylediler. Önce [onlarla] yemek yemek istemedim; çünkü daha önce bu toplulukla herhangi bir münasebetim olmamıştı. İsteksizliğime şaşırdılar. … [Aslında] bu toplulukla münasebet kurma, onların kural ve usullerini bilme ve [tasavvufun] gerçek mahiyetini öğrenme fikri bana çekici geliyordu. Kendi kendime dedim ki ‘bu senin için bir fırsat, burası seni kimsenin tanımadığı bir yer’. Böylece onlara açılabildim ve yüzümdeki çekingenlik örtüsünü kaldırdım. Bazen onlarla söyleşiyor, bazen birlikte haykırıyor, bazense onlara kasideler okuyordum. Onlarla birlikte ribâtlara gidiyor ve meclislerine iştirak ediyordum. Derken, Allah’a yemin ederim ki hiç ummadığım bir raddede onların ve şehir halkının kalbini kazandım. Orada meşhur olmuştum. İnsanlar [faziletimden dolayı] beni ziyaret ediyor, önüme elbiseler ve para keseleri koyuluyordu. Bu hediyeleri kabul ediyor, [ama] hepsini de derhal sûfîlere teslim ediyordum. Çünkü zaten çok sayıda gelir kaynağı olan varlıklı biriydim. Günlerim ibadetle geçiyordu, hem de ne ibadet! Onlar zühdümden dolayı böyle yaptığımı sanıyorlardı. İnsanlar [hayır ve bereket umarak] beni meshetmeye başladılar ve ‘bundan daha mükemmel bir fakîr [zâhit] görmedik’ diyerek ünümü yaydılar. Bu durum sûfîlerin sırlarına vâkıf olana ve onlardan istediğim şeyleri öğrenene kadar devam etti. Sonrasında bir gece yarısı onlardan kaçtım. Sabah olduğunda epey uzaklaşmıştım.” (Makdîsî’nin Ahsenü’t-tekâsim’inden aktaran Ahmet Karamustafa, Tasavvufun Oluşumu, Çev. Nagihan Doğan, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2017, s. 128 vd)

Bu satırlar, 10. yüzyılda kaleme alınmış ve coğrafyaya ait şöhretli bir eserden. Makdisî, İslam dünyasını on dört bölgeye ayırmış, bu bölgeleri beşeri ve fiziki coğrafya bakımlarından incelemekle yetinmemiş, eserini oradaki gündelik hayata dair de renkli malumatla doldurmayı başarmış bir yazar. Makdisî, entelektüel bir tecessüs neticesinde, kitabı için renkli ve meraklı bir malzeme olacağını düşündüğü bir toplulukla karşılaşmanın verdiği şevkle hareket etmiş görünüyor. Öyle ya, zaten yeterince meraklı ve çalışkan olan coğrafyacı önüne çıkıveren, henüz büyük oranda bir görünürlük kazanmamış, fazla içine kapanık bir topluluğa “sızma”, onları içeriden gözlemleyip anlatabilme fırsatını nasıl kaçırabilirdi? Onun bu dervişlerin arasında ne kadar süre kaldığına dair bir bilgimiz yok. Ama kabul görmesi ve takdirle karşılanmasına yetecek uzunlukta (muhtemelen aylara yayılan) bir süre olmalı bu.

Makdisî’ye kızıyor muyuz? Onu, bir veli olarak karşılanmasını sağlayacak yollar bulan, gösterişçi ve samimi olmayan bir ibadet hayatıyla insanların gönüllerini kazanmayı beceren bir madrabaz olarak kabul etmek mümkün. Ama işin sonunda, kendisini yücelten saf insanların duygularını sömürmüş olsa da (kaldı ki bu bile şüphelidir, çünkü Makdisî’nin çekip gitmesi muhtemelen orada bir hayal kırıklığı değil, bir velinin ifşa olmaktan rahatsız olarak çekip gitmesi olarak yorumlanmıştır), mallarına, ırzlarına, canlarına yönelik herhangi bir tasallutta bulunmamış olması, kendisine yönelik ilgiyi manevi veya siyasi bir iktidar için istismar etmemesi ve peşinde olduğu bilgileri elde ettikten sonra çekip giden biri olması sebebiyle, 19. yüzyılın maceracı antropologlarına benzeyen Makdisî’yi gerçek anlamda bir din istismarcısı saymak da zor. Nitekim kitabında bunları açıklıkla anlatmasına rağmen, kendisinin bir soruşturmaya ya da takibata uğradığını bilmiyoruz.

Makdisî’ye kanan dervişlere ve saf halka kızıyor muyuz? Onların tamamı için, bu seyyah “derviş baba” hürmete layık görünmüş olmalı. Bu yanlış intibaı onlara kazandıran şeyin, seyyahın ibadetleri, dini gayreti, kendileriyle kurduğu düzgün insani ilişkiler olduğu aşikar. Muhtemelen zaten ibadete yatkın ve bu yeni topluluğun seciyesine uygun müktesebata sahip biri kendisi de. Sözlerinin dervişleri etkilediğini, kasideler okumasının bu mistik atmosferi renklendirdiğini tahmin edebiliriz. Karşılarında donanımlı, görmüş geçirmiş, ibadete düşkün bir seyyah derviş vardır. Ona sevgi ve hürmet beslemenin önünde açık, zahiri bir engel gözükmemektedir. Dolayısıyla mallarına, canlarına, ırzlarına yönelik bir tehdit oluşturmayan bir seyyahın sempatiyle karşılanmasında herhangi bir sakınca bulmamışlardır.

Demek istediğim, inanma ve bağlanma meselesinin tabiatı biraz böyledir. Mal ya da güce dair bir istismarın açıkça söz konusu olmadığı örneklerde, taraflardan diğerinin niyetinin ne olduğundan bağımsız olarak bağlanma gerçekleşir. Sonuç: Herkes niyetinin karşılığını alır. Mesela Makdisî iseniz bilimsel araştırmanız uğruna, gösteriş ve yanıltmak için yaptığınız ibadetlerinizden manen mesul olursunuz; ona farkında olmadan kanmış halk iseniz, bir “veli”ye gereken hürmeti yapmanın itminanı yaşar ve Allah rızası için bu hürmeti duyuyor olmanın manen karşılığını alırsınız