Bu haftaki yazıma iki soruyla başlamak isterim;
Kaynaklar kıt mıdır?
İhtiyaçlar sınırsız mıdır?
Bu sorular şimdilik burada dursun.
İktisat ile ilgili olarak söylenebilecek şeyleri derli toplu bir hale getirecek olursak, temelde, üretim, dağıtım, değişim, bölüşüm ve kavrama esaslı bir itirazım olmasına rağmen anlaşılabilir olmasını arzu etmem sebebi ile tüketim ana başlıklarında bir süreç olarak tanımlamamız mümkündür.
Üretim, insanların ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olarak mal ve hizmet ortaya koyma ya da var olan mal ve hizmetlerin miktarlarını ve faydalarını artırma faaliyeti olarak tariflenebilir. Tarladan mahsul almaktan tutun toprak altından maden çıkarmaya kadar, bir fikri insanlığın kullanımına sunmaktan insanların geçiş güzergâhlarında iki hasır sandalye bir sehpa kadar bir mekânda çay demlemeye kadar birçok alanda görebileceğimiz bir süreçtir.
Dağıtım, üretilmiş olanın insanlara ulaştırılması ile ilgili bir süreçken, değişim ama para ile ama bir başka üretilmiş olanla takasla ifade edilebilecek faaliyetlerdir. Elbette değişim sonucu ortaya çıkmış olan değerin, elde edilmiş olanın bölüşümü de iktisadın ilgi alanlarındandır. Tüketim ise üretilmiş olanın kullanımı, harcanması olarak tanımlanabilir.
Modern iktisat, bütün bu faaliyetlerin, iki temel sorundan kaynaklı olarak geliştiği kanaatini taşır. Ona göre kaynaklar kıttır. Bu çok ciddi bir sorundur. Çünkü dünya buradan ibarettir ve insan dünya denilen şey ile baş başadır. Ne varsa buradaki kadardır. Yaratma denen bir şey varsa da o olmuş bitmiştir.
Bununla birlikte, insanın doğasında var olduğu kabul edilen, insanın yine doğası gereği büyük bir hız, hazla tatmin etmesi gereken bitmek bilmeyen sınırsız ihtiyaçları vardır.
Netice itibarıyla, insan sınırsız olan ihtiyaçlarını tatmin etmek amacıyla kıt olan kaynaklara yönelmek zorundadır ve zaten kıyamet de burada kopmaktadır. Tekil bir insanın da insanlardan müteşekkil toplulukların da birbirleri ile savaşlarının izahı en temelde bu sorunlardan kaynaklanmaktadır. Bir büyük mücadeledir bu. Ve elbette buradan hareketle Batı düşünüş biçiminin yerleşik kabullerinden olan ve bu yönü ile Batının bütün davranış biçimlerini şekillendiren, yönlendiren ‘insan insanın kurdudur’ cümlesine ulaşmak çok da zor olmayacaktır.
Yeri gelmişken bir hatıramı paylaşmak isterim;
Sevgili Yüksel Keleş’in daveti ile Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde okuyan yurt dışı menşe’li öğrencilerle ilgilenen Karadeniz Uluslararası Öğrenci Derneği (KULDER)’nde bir konuşmam olmuştu. Dünyanın hemen her yerinden, Uzak Asya’dan Balkanlara, Güney Amerika’dan Afrika’ya, Arap Yarımadası’ndan Kafkaslara kadar hemen her bölgeden öğrenci vardı salonda. Kendilerine bir soru sormak istediğimi söyledim ve samimiyetle cevap vermelerini istedim. Sorum şuydu; ‘Size göre insan insanın nesi olur?’ O salonda bulunan hemen herkes cevap verdi bu soruma. Hatırladığım kadarıyla kimi ‘arkadaşı olur’ dedi, kimi ‘ yoldaşıdır’ diye cevap verdi, ‘ölçüsüdür’ demeyi tercih edenler oldu, ‘öğretmenidir’ diyen bile vardı. Ama hiçbiri ‘insan insanın kurdudur’ demedi. Çünkü hiçbiri ‘Batılı’ değildi.
Evet, bu sevindirici bir şeydir elbette. Lakin, gençlik çağına erişip de üniversiteye adım atan, yaşam ortalamaları açısından düşünecek olursak insan ömrünün neredeyse dörtte birini geride bırakmış olanların, iktisada giriş dersi anlatmak için kürsüye kurulan hocalarına, daha ilk ağızdan ‘kıt kaynaklar’ ve ‘sınırsız ihtiyaçlar’ tanımlamalarını kullanan öğretim görevlilerine ‘hayır, ne kaynaklar kıttır, ne de ihtiyaçlar sınırsız’ diye haykırmaları gerekmez miydi?
İşte bu da bizim sorunumuzdur.
Öyle ya, ol deyince olduran (‘kûn fe yekûn’), sonsuz kerem sahibi, ikram etmeyi seven, yaratmaya devam eden, ‘siz isteyin ben de vereyim’ diyen bir Allah’a inanan kişiler isek biz, nasıl inanabiliriz ki kaynakların kıt olduğuna?
Ve namazıyla, orucuyla, zekâtıyla, infakıyla, haramlara karşı hassasiyetiyle bildiğimiz Müslümanlar nasıl olur da peşin peşin kabul edebilirler insan ihtiyaçlarının sınırsız olduğunu ve bu ihtiyaçların her ne pahasına olursa olsun tatmininin zorunluluğunu?
İhtiyaçların sınırsız oluşu ve bunların tatminine olan bağımlılığımız aslında hürriyetimizi elimizden alan şeydir. İnsan ihtiyaçlarına gem vurabildiği ölçüde var kalabilir. Bunu nasıl olur da es geçebiliriz?
Daha ilk elden insanın ve insanlığın bugün gelmiş olduğumuz nokta itibarıyla daha da belirgin bir biçimde ortaya çıkan kavgasına nokta koyabilecek bir anlayıştan söz ediyor olduğumuzu sanırım yinelemeye gerek yoktur.
Sabretmek ve şükretmek ikiz kardeş gibidir bizim dünyamızda. Yoklukta da varlıkta da hem sabreder hem şükrederiz. Çünkü rızkın Allah’tan olduğuna iman etmişizdir.
Biz, ikram etmeyi, paylaşmayı, bölüşmeyi seven insanlarız. Yazının girişinde iktisadın ilgilendiği süreçleri zikretmiştim; üretim, dağıtım, değişim, bölüşüm, tüketim… İşte tüm bu süreçlerin tüm safhalarında, ikram etmeye, paylaşmaya dair bizim düşünüş biçimimizin izlerini görmek mümkündür. Veresiye kültürü de bu düşünüş biçiminin bir ürünüdür, veresiye defterindeki borcu silme kültürü de… Bir dükkâna girip, bir ihtiyacınızı giderdikten sonra elinizi cebinize atıp da yüzünüzün kızardığı bir anda, dükkân sahibinin sizi hiç de tanımadığı halde ‘abi canın sağolsun, bi ara bırakırsın, lafı mı olur’ deyişine hemen hepiniz tanıklık etmişsinizdir.
Boşa konuşmuyoruz, dünyanın bize ihtiyacı var diye, biliyoruz da söylüyoruz. Peki ama biz kimiz? Bunu biliyor muyuz?