Ne dem baki

Klasikler hakkında söylenir: “Herkes isimlerini bilir ama kimse onları okumaz.”

Hele bizim klasikler için bu sert yargı neredeyse tamamen doğru. Süleyman Çelebi hazretlerinin Mevlid’ini baştan sona okuyan azdır mesela. Az mı dedim, çok az demeliydim belki de. Ve çok azın hükmü şudur: “en-nâdiru ke’l-ma’dûm (nadir olan yok olan gibidir)”

Sözü Nişaburlu büyüğümüz, ayağının turabı olduğumuz Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ına getirdim sayılır. Malum (ya da ma’dûm mu) bir öyküsü var kitabın: Envai çeşit kuş birleşir, Hüdhüd nam bilge kuşun önderliğinde, kral-kuş Simurg’a kavuşmak üzre “manevi” bir yola düşerler. Türlü nazlanmalar, çeşit çeşit kaprisler ve olmadık sınavlar eşliğinde yapılan bir seyrü süluk defteri.

Yol çetindir ve her bir kuş kaytarmak için kendi meşrebince bir bahane öne sürmenin peşindedir. Ölümden korkan da vardır, altın-gümüşe bayılan da.

Kuşlardan birinin bahanesi ise gariptir: “Ey Hüdhüd, ben ömür boyu keder içinde yaşadım. Mahzun ve dertliyim. Bu dertler beni iş bilmez ve  beceriksiz yaptı. Bu yolu gözüm kesmiyor.”

Bu ifadeleri okuyunca, nefesimi tutup Hüdhüd’ün söyleceklerini bekliyorum. Dertli olmanın manevi açıdan neresi kötü? Hüzün ve keder ne zamandan beri seyrü süluk için sakıncalı? İş bilmezlik ve gam nasıl olur da manevi bir yolculuğa mani olur? Hele ki, gaybda bulunan bir sevgili-kral huzuruna çıkmak üzere yapılan manevi yolculuk için hüzün ve keder tam da gerekli mühimmat değil midir? Dahası biz Doğulular hüzünsever değil miydik?

Hüdhüd, bizimle aynı fikirde olmamalı ki, bu şaşkın ve kederli kuşu bir güzel paylar: “Ey şaşkın ve divane kuş. Baştan ayağa melankolik (sevdalı) olmuşsun.”

Ama sayın Hüdhüd, niçin böyle çıkışıyorsunuz? Melankoli ve maneviyat arasında bir irtibat kurulabilir, diye düşünüyorduk biz en azından.

Hüdhüd bu noktada bize hüzün hakkında, ariflerin, maneviyat ustalarının, sırat cambazlarının, nefs terbiyecilerinin müfredatından bir ders veriyor: “Bu dünyada murada ermek de, erememek de geçicidir. Çünkü her şey bir solukta geçip gidiyor. Bak ne diyeceğim: Madem ki dünya durmuyor ve geçip gidiyor. Sen de ondan geç yahu. Sana bakmıyor mu, sen de ona bakmayıver. Fani olan dünyaya gönül verenin, gönlü ölüdür. Ha bir de şu var: Bu dünyada elde ettiğin nimetler yok mu? Var. Onları hatırlamıyorsun ama zahmetleri, mahrumiyetleri, sınavları hatırlıyorsun. E be kardeşim, bu dostluk mudur? Hakk’a karşı vefa mıdır? Reva mıdır?”

Çok açıktır ki Hüdhüd’ün dünyasında bu türden bir melankoli makbul değil. Çünkü bu, dünyaya dair bir kaybın, bir yaranın, bir mahrumiyetin eseri. Dünya için üzülmeye değmeyeceğini düşünen Hüdhüd, çekiver kuyruğunu gitsin demeye getiriyor. Kederlisin, çünkü hırslısın, demiş de oluyor.

Aynı Hüdhüd, biraz da methederek, aşk derdine düşenin başının kederden kurtulamayacağını, aşkın aşığı perişan ettiğini, onun canına talip olduğunu, kanını döktüğünü söylemiş olmasaydı eğer, hüznün her türüne toptan karşı olduğu sonucuna varabilirdik. Oysa Hüdhüd’ün dünyasında bir, Hak aşkının doğurduğu ve aradaki mesafenin habire tahrik ettiği hüzün vardır ve bu makbuldür (Mantıku’t-Tayr’da buna dair örnekler de var); bir de, son tahlilde dünyevi olan bir kazançtan mahrumiyetin doğurduğu bir hüzün vardır ve bu yakışıksızdır, münasebetsizdir.

Hüdhüd Hazretlerini loş ve sade odasında, hemen başının üstünde asılı iki levhanın altında otururken hayal ediyorum.  Altına görkemli bir bağdaş kurmuş, cümle dertlerden azade, dünyaya tepeden bakıyor olmanın asaleti içinde, orada öylece. Bu levhalardan birinde “Ne dem baki, ne gam baki” yazıyor. Diğerinde ise, “Bu da geçer ya hu”. Dem’in de, neşen de geçici ey dünya, gamın da, derdin de geçici, diye inanarak, bilerek, bildirerek, mutmain mırıldanıyor. Sonra eğiliyor, önündeki derviş içeceği kahveden höpürtülü bir yudum çekiyor.

Bir İngiliz’in, Kuzey Afrika’da karşılaştığı bir derviş topluluğu hakkındaki şu ifadesini hiç unutmadım: “Ölçülü bir neşe içindeydiler.”

Yine Kuzey Afrikalı bir kılavuz olan Udde bin Tunus Hazretleri dervişanına, “Evet, öyleyiz” demeleri cevabını almayı umarak, sıkça su soruyu sorarmış: “Mutlu musunuz?”