“Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın”

Bilen bilir, Kur’an-ı Kerim’de Hucurât isimli bir sure var. Tamamen müminlere hitap eden bu surede, müminlerin birbirileri ile hukuklarının nasıl tesis edilmesi gerektiği çok net ifadelerle anlatılır. Bir anlamda müminlerin bir arada nasıl yaşayabileceklerinin esaslarından müteşekkildir.

Müminler, Mekke ile sembolize edeceğimiz onca zorluğun, işkencenin, ambargonun, dışlanmanın, sürülmenin, evinden, yerinden, yurdundan, evladından, anne babasından, eşinden, dostundan ayrılığa mecbur bırakılmanın üstesinden gelip de hicret adlı bir yola düşerek bir başka hayatın imkânları ile karşılaştıklarında yeni bir dünyayı hep birlikte kurmaya başladıklarında muhatap olmuşlardır bu 18 ayet ile.

 “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.”

Doğrudan iman edenlere seslenerek başlar sure. Cenab-ı Allah kendisi ile birlikte Resûlünü de anarak bir şey söyler; önümüze geçmeyin! Kurulacak cümlede, görülecek işte, alınacak kararda, konulacak tavırda.. her ne ise onda haddi bilmeyi öğütler evvela. Allah’tan korkmayı öğütleyerek devam etmesi, bu emrin aksine davranışların Allah korkusu olmama halini beraberinde getireceğini de ifade etmektedir.

Devam eden ayetlerde şöyle buyurulur;

“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.”

“Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.”

“(Resûlüm!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir.

“Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”

Elbette ki, bunlar bir nevi adab-ı muaşeret öğüdüdür. Hatta adab-ı muaşeretin başlangıcıdır. Bu ayetler, müminleri, Hz. Peygamber’in yanında fiziken bulunmaları durumunda ses düzeyi hususunda uyardığı kadar, herhangi bir konuda Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu bir görüşün, kanaatin, tavrın, yani ‘ses’in üzerinde bir ses hususunda da uyarmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in tüm zamanlara hitap ettiğini kabul etmiş isek eğer, fiziken O’nun yanımızda olmadığı durumlarda ‘başıboş’ olamayacağımızı da kabul etmemiz icap eder. O her daim yanımızdadır, önümüzdedir, önderimizdir.

Kaçınılmaz olarak bir arada yaşamayı seçmiş olan müminler türlü türlü imtihanlara tabi tutulacaklardır kuşkusuz. Birlikteliklerini bozmaya yönelik olarak her türlü tuzağı kurgulayan ve sonucunu el ovuşturarak bekleyenler vardır. Bir de bakarsınız bir haber salıverirler aralarına, maksadı bellidir. Bu haberin ayartıcılığına kapılıp dağılmamak için bir öğüt daha gelir;

“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”

“Hem bilin ki, içinizde Allah’ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”

“Bu, Allah’tan bir lütuf ve nimettir. Allah alîmdir, hakîmdir.”  

Öncelikli işimiz fasıkın getirdiği haberin ardına düşmek değil, fasık olanın birliğimizi, düzenimizi, bütünlüğümüzü hedef alan bu eylemini boşa çıkarmaktır.

 “Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.”

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.”

Bu ayetlerde birbirleri ile problem yaşayan iki topluluktan bahsedilir. Aralarını düzeltmek diğer müminlerin boynunun borcudur. Ancak burada bir kıstas vardır; saldırmak. Saldıran kabahatlidir, saldırganlığından vazgeçmesi için elden gelen arda konmamalıdır. Saldırgan tarafın saldırganlığından vazgeçmesi için müminlerin bir güç, irade, bütünlük ortaya koymaları icap eder. Saldırganın saldırganlığından vazgeçmesi esas olandır. Ve elbette adalet sığınacağımız en güzel limandır.

“Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir.”

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.”

Ne yazık ki, çokça karşılaştığımız ve diğer müminleri de maruz bıraktığımız kötü davranışlardır bunlar. Alaya alma, kötü lakaplarla çağırma, zanda bulunma, kusur araştırma, arkadan çekiştirme huylarımızdan vaz geçmiş olsak bana öyle geliyor ki, aramızdaki birçok sorunu da gidermiş olacağız. Gerçekten biraz düşünelim, filan tarihte kim ne demişi sosyal medya hesapları marifetiyle bulup kardeşlerimizin önüne koyarak neyi halletmiş oluyoruz? Bir müminin bir hatasını alay konusu haline getirmek nedir peki? Ya hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir hususta filanca kişi hakkında zanda bulunmak ve bu zan üzere koca koca davranış biçimleri bina etmek neyin nesidir?

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”

Hepimiz birbirimizden farklıyız oysa. Hiçbirimiz bir diğerimize benzemeyiz. Hasbelkader, kimimiz filan bölgeden, kimimiz falan coğrafyadan düşmüşüzdür bulunduğumuz topraklara. Coğrafya, her gün doğan güneş, havanın durumu, iklim, anne ve babalarımız, yediklerimiz, içtiklerimiz, çevremizdeki diğer tüm faktörler karakterimizin şekillenmesinde bir şekilde rol oynar. Ve birbirimizden farklılaşırız. Bu bizim zayıf yanımız değil, birlikte yaşayacaksak en güçlü yanımızdır. Allah katındaki değerimiz, farklılıklarımız arasındaki hiyerarşiden değil O’ndan korkmamız ölçüsündedir.

Bütün bunlara rağmen, bütün bunları biliyor olmamıza rağmen sorunlar yaşıyorsak birbirimizle, sorunu birbirimizde aramak yerine bir başka yere odaklanmamız gerekir. Bizler, mecburen kendimizi içinde bulduğumuz bir durumu mu yaşıyoruz da buna ‘iman’ mı diyoruz acaba? Kimdir müminler? İşte cevabı;

“Bedevîler “İnandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama “Boyun eğdik” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”

“Müminler ancak Allah’a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.”

“De ki: Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”

Bir de konjonktür öyle gerektirdiği için, prim yaptığı için, hasbelkader içine düştükleri ve değiştiremeyecekleri bir durumu sürdürme mecburiyetlerinden ötürü ya da itibar kazanabilmek adına müminlerle birlikte olmaya kendilerini mecbur hissedenler var. Çoğu zaman kendilerine matah bir rol biçerek müminlerle birlikte saf tutuyor olmalarını bir lütufmuş gibi sunarlar. Kendilerinde var olan değerleri yeni semtlerinde kullanıma sokarak bir mevki elde etmeyi umarlar. Ya da kim bilir belki de bir başka hesabın peşindedirler. Her ne olurlarsa olsunlar son tahlilde dünyevîdirler. Oysa iman Allah’ın bir lütfudur.

“Onlar İslâm’a girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur.”

“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizliliklerini bilir. Allah yaptıklarınızı görendir.”

Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir. Noksan olan bizleriz, Allah tüm noksanlıklardan müne